Haftanın Ayeti

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.”


[Hûd - 90]

20 Nisan 2009 Pazartesi

Teslim ol li, Kendini Ateşe Düşürme!!


Senin nasıl huzur bulacağını Rabbin senden iyi bilir. Kendine bulacağın yollar içinde, en iyisi O'nun seni çağırdığı yoldur. Senin iyiliğini senden çok O bilir. Rabbin, yanlışa düşüp acı çekmeni istemez. Acılar ve sancılar, senin kendini bilmeyişinden kaynaklanır. Seni en çok sıkıntıya düşüren senin kendini bilmeyişindir. Rabbinin terbiyesini kabul et ki, kendine acı çektirmekten kurtulasın. Rabbinin senin iyiliğini istediğini bilerek O'na teslim ol ki, kendini ateşe düşürmeyesin.

KIL BENİ EY NAMAZ_Senai Demirci sy.141-142

Maşallah De


Sahip oldukların ile arandaki bağ nedir? Seni elindekilere bağlayan ne olabilir? Elindekiler ne kadar elinde kalır, biliyor musun? Elindekiler elinde kalsa bile, sen ne kadar elinde tutabilirsin, hesap ediyor musun? "Benim" dediğin şey, şimdilik yanında olandır. Çocuğun, eşin, annen ve baban şimdilik yanındadır; kalbinin her daim aktığı, sevgilerinin her gün dokunduğu o yüzler ayrılığa ayarlıdır. Sevdalarının hepsi bir vedayı büyütmektedir. Bir gün ya sen onlara veda edeceksin, ya onlar sırayla sana veda edecekler. Şimdi ve burada, bir arada olmanız, ancak Rabbinin dilemesidir. Rabbinin sahip olduklarını senin yanında tutmayı dilemesidir zenginliğinin nedeni. O sana sonsuzluk vaad etmeseydi, sonunda sonsuzluğun olduğu bir son sözü vermeseydi, şimdiden aranızdaki sevgier, muhabbetler yokluğa savrulacaktı. Sahip olduğun her şey hiçliğin rüzgarlarında savrulup anlamını kaybedecekti. Sen sen ol, hiçbirşey için "Bu benimdir." deme; de ki "sadece yanımdadır." De ki, "Maşallah!" Ne nazar boncuklarının sahte efsununa güven, ne de dillerden içeriksiz çıkan "tü, tü, tü..." lere kan. De ki, "Allah'ın dilediği oldu. Allah'ın dilediğidir olan."

KIL BENİ EY NAMAZ_Senai Demirc sy. 148

28 Mart 2009 Cumartesi

Sınav Soruları [ Dünya bir tiyatro sahnesi mi? Yazılmış roller mi oynanıyor? ]

Allah Teâlâ'nın elbette yaratılmış her şeyi kuşatan iradesi ve kudreti vardır ve her şeyi yalnızca O yaratır. Ancak O'nun adalet sıfatı da vardır, kendisine zulmü kendisi haram kılmıştır. Adalet ve zulmün Allah için anlamı, bizim anlamayacağımız, bilemeyeceğimiz bir anlam değildir; Kitabında adalet ve zulümden söz etmiş, kullarına bu kavramları açıklamış, kendisinin de bu kavramlar çerçevesinde adil olduğunu, zalim olmadığını bildirmiştir. Eğer Allah bir yandan kulların ne yapacaklarını, onların iradeleri dışında belirleyip bir tarafa yazsa, onları bu fiillere mecbur kılsa, öte yandan da "Niçin şunu yaptın, bunu yapmadın" dese, bazı yapma ve yapmamalara ceza verseydi adil olmazdı. İşte kaza, kader, kulun irade hürriyeti, fiili konuları konuşulurken, düşünülürken mutlaka yukarıda ortaya koyduğumuz esas çerçevesinde düşünülmelidir.

Özetle kulun da kendine mahsus bir küllî bir de cüz'î iradesi vardır. Küllî irade, fiile uygulanmadan var olan ve bütün seçenekleri kapsayan (yapmaya da yapmamaya da karar vermeyi sağlayan) iradedir. Cüzî irade ise bunun bir seçeneği için kullanılan (yapma veya yapmamayı seçen) iradedir. İnsanlar sorumlu tutulacakları fiilleri yapıp yapmamakta hürdür, bu sebeple de yapınca veya yapmayınca sorumlu olurlar. Allah her şeyi, zaman ve mekan engeli olmadan bildiği için, zamanı gelince kulun, serbest iradesi ile neyi seçeceğini de bilmekte ve onu yazdırmaktadır. Eskilerin deyişi ile "ilim maluma tabidir"; olan, Allah öyle bildiği ve yazdığı için değil, bilgi, öyle olacağı içindir; serbest seçim ve irade ile öyle yapılacağı için öyle bilinmiştir. Hidayet ve dalalet, doğru veya eğri yolda olmak, bunlara yöneltmek de öyledir; Allah kulunu, onun isteği dışında saptırıp da sonra "Niçin saptın" diye sormaz. Kul doğru yolu seçerse Allah da onu murad eder, eğri yolu seçerse Allah da onu -kulun bir irade ve fiili bulunmadan- engellemez. Kullar hidayet ve dalalet konusunda Allah'a dua ederler; mesela işte bu fiil (dua), kendi iradeleriyle yanlış yola girmek isteyenlerin Allah tarafından engellenmesi için bir ek fiil, ek irade sayılabilir.
Kaza, kader, kulun iradesi, kudreti, fiili, sorumluluğu konularında benim anlayış ve inancım özetle bundan ibarettir; hem ilgili nasları hem de İslam tarihi boyunca bu konuda ortaya çıkmış görüşleri, açıklamaları gözden geçirdikten sonra bu sonuca varmış bulunuyorum.

Değerli Hocamız Hayrettin Karaman ın Hoşgörüsüne Sığınarak yayınlıyoruz..

18 Mart 2009 Çarşamba

Sınav Soruları [Boşlukta ne arıyorum?]



Bir okurum, mektubunda diyor ki: "Sizin kitaplarınızla askerdeyken tanıştım. Kendimi boşlukta hissediyorum, arayış içindeyim... Ne olur bana yardım edin.


Bu boşluğun sebebi ne olabilir?" Öğrencilik yıllarıma ait sınıf resimleri var bende. Bazen ibret için karıştırırım. Sınıf arkadaşlarımın sonraki yıllarda başlarına gelenleri hatırladıkça, İslamiyet'in nasıl büyük bir din olduğunu daha iyi anlıyorum. Beni nice felaketlerden korumuş... Ben de bir zamanlar boşluktaydım, arayış içindeydim. 1953'te denebilir ki dinî kitap neşreden bir tek kitabevi yoktu. Tünel'de Kitabı Mukaddes evi vardı. Bir de Fincancılar Yokuşu'nda RedHouse Kitabevi vardı. Burada Yukarı Oda isimli kitapçıklar satılırdı. Her Hıristiyan'ın her gün yapacağı dualar, ilahiler bu kitaplarda yazılıydı. Öyle arayıştaydım ki, bunları alır okurdum. 21 yaşımdaydım; çiçeği burnunda memur... Bekârhanemizde oturmuş, arkadaşlar bir taraftan iskambil oynarken, bir yandan tütüne sardıkları esrarlı sigaraları içiyorlardı. Kapıyı, pencereyi iyice kapatmış, dumanın zayi olmamasına özen gösterirlerdi. Ben de karyolaya uzanmış, İncil okuyordum!..


Sonra Türkçü Nihal Atsız'ın Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor gibi kitaplarını okumaya başladım.

"Uyan yavrum, uşaklarla köleler,

Uyandılar vatanını böleler"

İşte böyle şiirler yazardım. Türkçülüğe ait ne kadar kitap varsa okuyup bitirdim. Ecdadımız olan Hunların, Göktürklerin semavî bir dini, kitabı, mabedi yoktu. "Yaşasın Türk" dedik mi, her şey tamam!.. Ruhumun açlığını, bütün ıstırabı ile hissediyordum... Bendeki boşluk gene dolmadı... Manevî boşluktan dolayı arayış içindeydim. Kötüden uzaklaşma varsa demek ki gittiğimiz bir yer de var. Fizikî bir durum bu. Çok farklı ortamlara girdim çıktım, türlü türlü insanlar tanıdım. Anladım ki, biz İslam'ı anlar, öğrenir ve yaşarsak kurtuluruz. Aksi imkânsız!..

Beş kuruşun içinde boğulan insanlar gördüm. Bir kızın zülfünde imanı idam edilenlere şahit oldum. Zevklerin oltasına yakalananlar ilim sahibi olamıyor. Cinsî hayatı tapınılacak hale getirenler çabuk yoruluyor, evi ve çevresiyle uyumsuz, geçimsiz bir hayat sürüyor. Kadın, kumar, içki çöllerinde "zevk" denilen vahşi aslanların parçaladığı çok arkadaş tanıdım. Kur'anı Kerim buyuruyor ki: "Allah'ın ipine sımsıkı sarılın." (Âli İmran 103)

Anladım ki en büyük özgürlük, Allah'a kul olmaktır! Tevekkül eden, Allah'a güvenen insanda bunalım, arayış, boşluk olur mu?

Kendimi boşlukta hissediyorum diyen kişinin beyni ilme bağlanmamış, kalbi de Kur'an'a bağlanmamış demektir.

Acıkmış bir insan rahat eder mi?


9 Şubat 2009 Pazartesi

İşaretler (Niçin Meal Okumalıyız)


NİÇİN MEAL OKUMALIYIZ

Ali Bulaç, Kuran-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, 5 bs., Istanbul, XXVII

Türkçe'de Kur'an-ı Kerim'in tercüme edilmiş haline "çeviri" yerine meal sözcüğü kullanılır. Bunun nedeni meal kelimesinin yakın çeviri anlamına sahip olmasıdır. Kur'an-ı Kerim tercümesi ya da çevirisi demek daha iddialıdır. Bu nedenle meal yazarları çeviri konusunda yetersizliklerini vurgulamakta ve Kitabımızın çevirisini yapmanın mümkün olmadığını itiraf etmektedirler. Bunun yanında vahyin ne demek istediğini, -aslına azami uygunluğu sağlayacak şekilde- ancak meal ile verilebileceğini ifade ederler.
Kur'an-ı Kerim mealleri birçok dilde mevcuttur. Muhammed Hamidullah'ın verdiği bilgiye göre, Avrupa'da ilk Meal çalışmaları 1141'de başlamış ve Kuran bu tarihlerde Latince'ye çevrilmiştir. İtalyanca'ya 1513, Almanca'ya 1616, Fransızca'ya 1647 ve İngilizce'ye de 1648'de tercüme edilmiştir. Bugün için, yaklaşık olarak Almanca'da 47, İngilizce'de 51, Fransızca'da 31, Latince'de 36, Urduca'da 100'e yakın ve Farsça'da 100'ün üstünde meal bulunmaktadır. Türkçe'de 65 civarında Meal olduğu söylenebilir. *

Demek ki Kuran'ı insanların kendi dillerinde anlama çabalarının kökenleri çok eskilere dayanmaktadır. Ancak Kuran-ı Kerim'i anlamak için yapılan Türkçe meallerin sayıca İngilizce meallere yakın oluşu bizim için üzücüdür.

Niçin meal?

Türkiye'de özellikle uluslaşma sürecinin başlamasıyla dilde de arınma gündeme gelmiş ve şovenizmin etkisiyle vahiy dili Arapça "eskiler şöyle derlerdi" diyerek aşağılanmış bir bakıma eskiler böyle masal anlatırlardı denilmek istenmiştir. Malesef Anadolu'da Arapça'ya olan aşinalık zorlama yönelimlerle Türkçe'deki ağırlığını yitirmiş ve sahip olduğumuz dini birikimin devamlılığı bir bakıma kesintiye uğramıştır.

Dine samimi olarak bağlanmak isteyen insanlar haklı olarak vahyi anlama çabasına girişmişlerdir. Ancak genel manada, var olan vahyi Arapça metinden anlama yoksunluğu, haklı olarak Müslümanları Kur'an-ı Kerim'i mealinden okumaya itmiştir. Kur'an-ı Kerim meali okumak hurafelerle karışmış mevcut din anlayışını Kitabımızla sorgulama şeklinde etkili olarak başlamışsa da zamanla hurafeleri sileceğiz diye vahyin mealinin ötesinde bir kişi veya eser tanımamaya kadar varmıştır. Bu hal Robinson Crusoe'nun adaya düştüğü gibi bir Müslüman’ın bir yerde sadece vahiy ile baş başa kalması şeklinde tezahür etmiştir.

Dini kaynağından alma çabası bazı olumsuz sonuçlara vardı diye, bu çabadan vazgeçmek doğru değildir. En doğru olan şey, araştırılanın ne olduğunu bilmek ve önemli unsurlarını tespit etmektir. Konu din olunca da bu dinin kaynağını anlama çabası arınmanın en önemli yönünü teşkil eder.

Dini anlamada mealin konumu

Yazılı bir eseri başka bir dile tam olarak aktarmak mümkün değildir. Söz konusu olan ilahi vahiy olduğunda bu imkânsızlık daha da bir gerçeklik kazanmaktadır. İlk aşamada bizi ilgilendiren bu bağlamda Kur'an-ı Kerim'in konumudur. Kuran-ı Kerim, sıradan bir Kitap olmadığı için onu üslup ve muhteva olarak başka bir dile tam olarak aktarmak hemen hemen imkânsızdır. Çünkü kelime veya cümle (ayet) ne kadar usta ve uzmanlaşmış bilginler eliyle ve hatta ilk görünüşte bir başka dildeki tam ve tıpatıp karşılığı bulunarak aktarıldığı iddia edilirse edilsin, gerçekte bu, Kur'an-ı Kerim'in bir kelime veya bir ayetinin beşer eliyle bir başka dilde dondurulması, anlamının o çeviri kalıbı içinde sınırlandırılması ve diğer muhtemel, zengin ve kapsamlı anlamlardan koparılması demek olacağından başka herhangi bir metin için bu mümkün olsa bile, Kur'an-ı Kerim için söz konusu olamaz. Ancak bu Kuran'ın başka bir dile aktarılmasının sakıncalı olduğu anlamına gelmemektedir. Kuran-ı Kerim başka dillere çevrilmesi ve Müslümanların onun canlı şahitliğini yapmaları sayesinde tebliğ birçok insana ulaşmış ve yaygınlık kazanmıştır.

Ne var ki Kuran-ı Kerim'in gönderiliş amacı insanları vahiy doğrultusunda harekete geçirmektir. Kuran'ın öne çıkarılması gereken yönü hakkı batıldan ayırdedici özelliğidir. Duyguları harekete geçirme konusunda motamot çevirinin etkili olamadığı kesindir. Ancak duygusal olarak okuyucuyu harekete geçirme arzusu edebi yönü mesajın muhtevasını geri plana itebilir. Bu da vahyin amacını ikinci plana iter. Motamot tercüme yapılıp yazarın tercih ettiği kelimenin tam karşılığını dipnot şeklinde vermesi daha iyi olur. Bu, okuyucunun en doğru olanı seçmesini kolaylaştırır.

Meal okuma ve protestanlaşma

Hıristiyanlıkta yaşanan reform hareketleri din adamlarının otoritesini oldukça sarsmış ve Protestanlığın önde gelen şahsiyeti M. Luther İncil'i herkesin anlayabileceğini savunmuştur. Acaba meal okumak ve vahyi anlamaya çalışmak İncil'in akıbetini dikkate aldığımızda Kur'an-ı Kerim için de düşünülebilir mi? Hayır bir defa Meal okuyalım derken zaten, onu İncilden farklı olarak Kuran yerine koymuyoruz. İncil anlam olarak elde bulunan bir tarih kitabı hükmündedir. Zira aslen İbranice olmasına rağmen İncil meallerine esas alınan Kitap Latince'dir. Yani İncil gönderildiği dilde muhafaza edilememiştir. Her çeviri yorumdan uzak olamayacağı için İncil de aslını koruyamamıştır. Zaten hermenötik ilmi de farklı İncil metinlerindeki anlam örgüsünü göz önünde bulundurarak Allah'ın kastettiğini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu anlamda Kur'an-ı Kerim mealini okumak Protestanlaşma anlamına gelmez. Zira Hıristiyanların isteseler de öze dönüş hareketi başlatmaları mümkün değildir. Çünkü onlar "elde mahfuz kalanlarla" idare etmek durumundadırlar. Müslümanlar içinse ellerinde "şüphe olmayan" bir kitap mevcuttur. Kur'an-ı Kerim, vahyedildiği dilde korunmuş, Peygamber(s) tarafından hayata aktarılmış ve onun bu pratiği ümmet tarafından gerek yaşayarak gerekse kayıt yoluyla günümüze ulaştırılmıştır.

d.Arapça ve meal
Bize göre Kuran'ın Arapça olması ve kelimelerin ifade ettiği anlam son derece önemlidir. Ayetler sadece anlamları ile var denilse, bu Kur'an-ı Kerim'e sembolik bir kitap olarak bakmayı getirir ki bu da onun yalın mesajını onlarca anlama sahip bir metin gibi algılanmaya götürür. Muhkem olan ayetlerinin dil yapısını Kitabımızı tefsir edenler dikkate almışlar ve ayetleri anlama çabalarını onun bu yönüne dayandırmışlardır. Öyle olmasaydı, müfessirlerimiz örneğin, harfi cerleri dikkate alarak sonuçlara varmaz ve kaideler çıkarmaya çalışmazlardı. Bu nedenle elimizdeki mealler sadece birer tercüme olmaktan öteye gidemezler. Kuran Arapça olarak indirilmiş olan Kitaptır. Onun birçok anlama gelebilecek salt anlam merkezli bir Kitap olduğunu ileri sürmek onun aynı zamanda hiçbir anlama gelmediğini iddia etmektir.

Kuran-ı Kerim'den bir surenin Farsça'ya çevrilmesi İslam'ın ilk dönemlerinde gerçekleşmiştir. Daha sonra Ebu Hanife İran'lı Müslümanların namaz kılarken ayetleri Farsça okuyabileceklerini ifade etmiştir. Bu, namazda okunanın anlamını bilmeyen insanlara yönelik bir çabaydı. Ve tarihsel bir görüştü. Müslüman olan kimselerin okuduklarını anlamalarını sağlamaya dönüktü. Bunun yerine çok da zor olmayan birkaç sureyi anlamı ile ezberleyip okumak tavsiye edilebilirdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim, lafız ve anlamdan oluşmaktadır. Birini diğerine yeğlemek doğru değildir. Onu anlama çabamız sınırlıdır. Bizden daha iyi anlama ihtimali olanların varlığı her zaman mevcuttur.
Kuran-ı Kerim çevrilince her kelimenin anlamını tam olarak vermek mümkün olmayabilir. Ancak bunun yaratacağı sorunlar, Kuran üzerine yapılan çalışmalarla giderilebilir. Örnek olarak enzelna (indirdik) ifadesinini geçtiği yerler ele alalım: "Ey Adem oğulları! Size örtünün diye giysiler ve güzel elbiseler verdik(enzelna)" (Araf 7/26)
Enzelna ifadesi tam tamına "indirdik" anlamına gelir. Elbette gökten elbiseler indirilmedi. Bu ayette enzelna ifadesi elbise yapma ya da kullanma kabiliyetini size verdik anlamında düşünülmeli. Bu anlama biçimi Kuran'ın diğer yerlerinde de kullanılabilecek niteliktedir: "O size demiri indirdi."(Hadid 57/25) Biz bunu Allah demir indirdi diye anlayamayız. Ne var ki bu ifadenin ne anlama geldiği çok büyük problem oluşturmamaktadır. Bu ifadenin ilk bakışta garip görünmesi onun çevirisinin anlaşılmazlığından değildir. Kuran'a aşina olmayan ve Arap olan birisi de bu ifadeyi garipseyebilir. Bu tür ifadelerin iyi çevrilemediğini söyleyip insanları Kuran mealinden soğutacağımıza hem okumalarını hem de araştırmalarını tavsiye edelim.

Meal okurken karşılaşılan zorluklar

Meal okurken karşılaşılan bir problem de ayetlere farklı anlamların verilmesidir. Kimi meallerde parantez içinde mensup olunan mezhebin görüşü aktarılır, kiminde de parantezlerin varlığı eleştirilir bir kelime birkaç kelime ile bu defa da / işareti ile verilir. Her iki durumda da mütercim anlamı tam olarak veremediğini zımnen de olsa itiraf etmiştir. Ancak anlamının tam olarak tespit edilemediği ayet sayısı azdır. Bunları ön plana çıkarmak ve yanlış anlamanın tehlikelerini gündemde tutmak yersizdir. Zira hiçbir meal gerek parantez içinde gerekse / işareti ile versin, Cebrail'in geçtiği ayeti Mikail, ahiretin geçtiği yeri dünya, müminin geçtiği yeri kâfir diye çevirmez. Yani meal okuyarak dinin temel esprisini yakalamak, anlamak mümkündür.
Unutulmaması gereken nokta, meal okumanın bir anlama çabası olduğudur. Dini anlatma pozisyonunda olanların ise anlamaya çalışanlara nispetle daha fazla sorumluluk taşımaları nedeniyle dini kendi dilinden anlama çabası içine girmeleri kendileri ve hitap ettikleri insanlar açısından son derece faydalı ve gereklidir. Zira "bilen" olmak artı bir çabayı gerektirir.

Meal ve mesaj

Rabbimiz Yahudilere Tevratı kendi dillerinde gönderdi. Yahudiler İbraniceyi Allah'ın özel/kutsal dili olarak kabul ettiler. Ancak dil ilahi mesajın iletilmesinde bir araçtır. Rabbimizin toplumlara kendi mesajını o toplumun dili ile iletmesi dil değişse de mesajın farklı dilde ifade edilebildiğini ve anlaşıldığını gösterir. Bir buçuk milyara yakın insanın kendilerini Müslüman olarak ifade etmeleri çeviriler sayesinde olmuştur. Vahyi tercümeden de olsa okuyan birisi Arapça'yı bildiği halde Kur'an-ı Kerim'i okumayan birine göre dini daha iyi kavrar. Hakkın şahitliğini sergileyebilir.
Kuran-ı Kerim'in edebi mükemmelliğini takdir etmek mümkün olmasa da onun bu yönü çeviriler sonucu elde edilenler yanında az bir kayıptır. Edebi güzellik insanları etkilemekte bir yöndür sadece. Diğer bir deyişle, Arapça olmayan bir dille mesajı anlamak Arapça konuşmayan birisi için bütün delilleri görmeden sonuca varmak demektir.
Rabbimiz Kuran mesajının herhangi bir dilde tüm dünyaya verilebileceğini, Kuran'ın Arapça veya başka bir dilde olmasının fark etmeyeceğini bizlere şöyle bildiriyor: "Biz onu, yabancı bir dilde Kuran yapsaydık, mutlaka, 'ayetleri açıklansa idi ya' diyeceklerdi. Arap (peygamber)e yabancı dil öyle mi? De ki: "O iman edenlere bir hidayet ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. O, (Kuran)onlara karşı körlüktür. Onlar (sanki) uzak bir yerden çağrılmaktadırlar.(Fussilet 41/44) Yani vahyin mesajını farklı dillere mensup insanlara onların dilinde ulaştırmak mümkündür. Ancak bu aktarım beşeri etkinliklerin ön planda olması hasebiyle eksiktir. Bu eksiklik dini kendi dilinde anlayabilenlerin çabalarıyla rahatça giderilebilir.

Sonuç
Arapça metninden Kur'an-ı Kerim'i okuyup anlamak büyük bir nimettir. Ancak Arapça bilmeyen ve arınmak isteyen Müslümanlar için meal okumanın Kuran-ı Kerimi anlamada büyük bir öneme sahip olduğunu hatta onu okumanın ibadet olduğunu söyleyebiliriz. Peygamber(s)'den bu yana kavramlar vahiydeki muhtevasını tam olarak koruyamamıştır. Bu alandaki ıslah çabası vahyi anlamak için okuyarak ve onun şahitliğini yaparak sürdürülebilir. Tüm Müslümanlardan Arapça öğrenmelerini bekleyemeyeceğimize için onları dinin özüne yönlendirmeliyiz. Mealden yanlış anlama ve uygulamaların ortaya çıkması mümkündür. Ancak dinin kaynağından bihaber bir hayat yaşamak daha büyük bir yanılgıdır. Vahyi anlama ibadetini yerine getirirken elde edilen sonuçlar mutlak hakikatlermiş gibi düşünülmemeli diğer müminler ile hakkı sabrı tavsiye bağlamında yanlış anlamalar giderilmeli ve vahyi (doğru) anlama çabası kesintisiz sürdürülmelidir.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Obama ya cevap


ABD'nin yeni başkanı, 21. yüzyılda İslam dünyasına hitap ediyor ve "siz yumruklarınızı açar ellerinizi bize doğru uzatırsanız biz el sıkışmaya hazırız" diyor, ayrıca ekliyor (mealen) "gelin elbirliği ile bütün insanlara siyasi, iktisadi ve hukuki adalet götürelim".

Avrupa'nın haçlı seferlerini, sömürge politikasını ve sömürgelerde neler yaptığını hatırlatmıyorum.

İngilizlerin Avustralya'da yerli Aborijinlere ve Amerika'nın yerli Kızılderililere, Iraklılara, İsrail ile işbirliği içinde Filistinlilere neler yaptığından da söz edecek değilim.

Madem ki yeni başkan el sıkışmaktan bahsediyor, barış, hürriyet ve adalet vaad ediyor, biz de Müslümanlar olarak onlara karşı tavrımızı ilâhî kitabımızdan aktaralım.

Kur'an-ı Kerim bundan 14 asır önce Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkiyi şöyle belirliyor:

"Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. Allah ancak, din konusunda sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanlarla dostluk kurmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte bunlar kendilerine yazık etmişlerdir" (Mümtehine: 60/8-9).

Kur'an Yolu isimli tefsirimizde bu âyeti şöyle açıklamışız:

Sûrenin başında Allah'a ve O'na inananlara düşmanlık edenlerle dostluk kurmanın yasaklanmasındaki amaca ve bu hükmün kapsamına açıklık getirilmektedir. 7. âyette açıkça ifade edildiği üzere bu yasağın asıl maksadı, aydınlanmanın ve her türlü hayırlı girişimin önünü kesen kör taassup ortamının, inanç ve fikirlerin delilleri üzerinde hür biçimde düşünmeye imkân verecek bir ortama dönüştürülmesi, böylece 1. âyette işaret edildiği şekilde mânevî baskı sebebiyle veya çıkar sağlama düşüncesiyle sergilenen sevgi gösterilerine ihtiyaç kalmaması, gerçek ve riyasız sevgiye erişilebilmesidir. 8 ve 9. âyetlerde bu yasağın yani 1. âyetteki anlamıyla "düşman" kavramının kapsamı belirlenirken de, İslâmiyet'i kabul etmeme değil, din konusunda müslümanlarla savaşma, onları yurtlarından çıkarma veya çıkarılmalarına yardımcı olma kriterleri esas alınmıştır…

Nitekim Mekke'nin fethiyle birlikte putperestlerin baskıları sona ermiş, barış ortamının tesisiyle birlikte insanlar akın akın Allah'ın dinine yönelmişler ve rahmet peygamberinin engin sevgi ve hoşgörüsünü yakından tanıma fırsatı elde etmişlerdir (Nasr 110/1-2). Bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylar dolayısıyla bazı daraltıcı yorumlar yapılmış olmakla beraber, –8. âyetin tefsiri sırasında Taberî'nin belirttiği üzere– burada verilmek istenen mesaj belirli olaylarla sınırlı değildir, âyette yer alan olumsuz nitelikler kapsamına girmedikçe hangi dine mensup ve hangi etnik kökenden olursa olsun uluslararası toplumun bütün üyeleriyle iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurulabilir, bu hükümle ilgili nesih iddialarının da dayanağı yoktur (XXVIII, 65-66).

Bu âyetlerde Kur'an'ın, uluslararası ilişkilerde hemen herkesin mâkul ve ikna edici bulacağı bir temel düstur getirdiği görülmektedir. Şöyle ki, aslolan barış halidir ve dostane ilişkilerin sağlıklı yürüyebilmesi için şu iki şarta titizlikle uyulması gerekir: a) İyi niyetli olma ve bunun ilişkilere yansıtılması, b) Bu alanda yapılacak düzenleme ve uygulamalarda, aynı şekilde herhangi bir ihtilâf çıkması durumunda adalet ve hakkaniyetin esas alınması. İstisnaî olan hasmane ilişkiler içine girmenin gerekçesi ise karşı tarafın din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik savaş ilân etmesi ve ülke güvenliğini tehdit eden fiilî davranış ortaya koyması şeklinde özetlenmiştir. Dikkat edilirse Kur'an'ın bu konuda ortaya koyduğu esaslar müslümanlara imtiyaz tanıyan veya sübjektif değerlere bağlı ilke ve kurallar olmayıp objektif niteliktedir.

Hayrettin Karaman

22 Ocak 2009 Perşembe

Hicret


Dünyanın dışında başka yerlerde hayat var mı diye düşünüp durmuyorum. galiba böyle bir sorunum yok. ama kendi yaşamımda hayat var mı diye sorup duruyorum. kime? kendime… evet böyle bir sorunum var galiba. Şair demiş ya; yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum.” şimdilik böyle sürsün bakalım. tecrite mi alayım kendimi, inzivaya mı çekileyim. yoksa hicret mi edeyim kendimden… üçüncüsü daha çekici geldi bana. hicret etmeliyim göç etmeliyim kendimden… ama kendime gelmek için. olur mu? n’olur olsun. dirilmek istiyorum Allah’ım…

[ruzigar.wordpress.com adresinden hoşgörüsüne sığınılarak alınmıştır]

17 Ocak 2009 Cumartesi

KİTAB


"Bütün kitaplar, tek bir Kitab'ı daha iyi anlamak içindir!..."

14 Ocak 2009 Çarşamba

Vücudumuzda Yorulmadan Çalışan Tek Kas: Kalp Kasındaki Mucize


Vücudumuz sürekli yorulma halindedir. Spor yapma, araba kullanma, temizlik, alışveriş, yürüme, koşma, merdiven çıkma, yemek yeme gibi gün içindeki tüm hareketler fiziksel olarak yorulmamıza sebep olur. Oluşan bu kas yorgunluğunun giderilmesi için bir süre dinlenilmesi, hareketsiz kalınması gerekir. Ancak siz oturduğunuz hatta uyuduğunuz zaman bile asla durmayan bir kasınız vardır. Ve o hiçbir zaman yorulmaz. Yaratıldığı ilk andan ölümünüze kadar da hiç durmayacak, yorulmayacaktır. Bu kas, kalbinizdir.

Kalp hiçbir zaman yorgunluk çekmeyen özel kaslardan oluşmuştur. Size yorgunluk veren hareketleri yaparken, kalp kaslarınız da yorulsaydı temizlik yapmak, spor yapmak, merdiven çıkmak, spor yapmak önemli günlük işlerden hiçbirini yapamaz, daha harekete başlamadan rahatsızlanırdınız. Ancak böyle bir şey, istisnai hastalıklar dışında, asla gerçekleşmez. Çünkü Allah kalp kaslarına yorulmama özelliği vererek kulları üzerindeki sonsuz merhametini tecelli ettirmektedir.

Ömür Boyunca Yaklaşık 2 Milyar Kez Kan Pompalayan Güçlü Kaslar
Kalp kasları dakikada 70, günde 100 bin, yılda 40 milyon kez atmasına rağmen yorulmamaktadır. Siz hiçbir şey yapmayıp otururken, hatta uyuduğunuz zaman bile çalışmaktadır ve asla yorulmamaktadır.

Kalp kası ortalama bir ömür boyunca yaklaşık 2 milyardan daha fazla kere kan pompalar. Kalbin sol tarafı, kanı tüm vücuda ulaştırabilmek için daha yüksek basınçla pompalaması gerektiğinden daha kalın kaslara sahiptir. Pompalama işleminin çok güçlü yapılması gerekmektedir, çünkü kanın vücuttaki en küçük kılcal damarlara kadar gitmesi hayati bir durumdur. Yaşamı boyunca 2 milyar kere pompalama yapan, her pompalama sırasında da belli bir basıncın altına düşmemesi gereken bir kasın çok sağlam olması gerekir. Gerçekten de kalp kasları, kalın kaslardan oluşmaktadır. Kalp kaslarının güçlü kalın kaslardan oluşması da her türlü varlığa suret veren, onları yaratan Allah'a aittir ve O'nun sonsuz şefkatinin bir örneğidir. Rabbimiz kullarına karşı çok ilgilidir. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirir:

“Rabbinin Yüce ismini tesbih et, ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi', takdir etti, böylece yol gösterdi.” (A'la Suresi, 1-3)

Kalbin çalışması hiç durmadığı gibi, bazı zamanlarda bu hayati organ çalışmasını artırır.
* Koşarken kalp, kan pompalama miktarını saatte 2270 litreye çıkarabilir.
* Yorulan kaslarımızın ihtiyacı olan miktarda oksijeni sağlamak için çalışma temposunu dakikada 70'den 180 defaya çıkarabilir.
* Dokulara sağladığı kanı 5 katına yükseltebilir.
* Diğer kaslarımız yorucu bir hareket yaptığında kalp, daha da hızlanarak bu kaslara destek vermektedir.
Şüphesiz ki bu, her şeyin en ince detayını bilen, her detayda üstün aklını tecelli ettiren Rabbimiz'in benzersiz eseridir. Bir ayette yegane ilim sahibinin Allah olduğu şöyle bildirilmiştir:

... "Rabbim, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" (Enam Suresi, 80)

Vücutta Ritmik Hareket Eden Tek Hücre Kalp Kasında Bulunur. Bedenimizde bulunan yaklaşık yüz trilyon hücreden bazıları, başka hiçbir hücrede bulunmayan özel bir yeteneğe sahiptir. Bu yetenek, hücrenin "büzülme ve açılma" hareketidir ve kalp işte bu yüzden "atar". Kalpte bulunan bu hücreler, özel kas hücreleridir. Bu hücre topluluğunu özel yapan;

* Henüz gelişmeye başlayan bir embriyoda aniden hareket etmeye başlamalarıdır.
* Bir açık kalp ameliyatı sırasında, "kendilerine bağlı tüm sinirler alınmış ve çevrelerindeki organlarla tüm ilgileri kesilmiş olmasına rağmen hala "atabiliyor" olmalarıdır.
* Hatta bu hücrelerden "tek bir tanesini" dışarı çıkarıp mikroskop altına koyduğunuzda bile, kanla beslediğiniz sürece, atmaya devam edebilmektedirler.

Bu hücreler, her bir kalp atışının başladığı yerlerdir. Onların "atmalarını" sağlayan özellik, üzerlerinden geçen elektrik akımıdır. Kalbi oluşturan her hücre, adeta canlı bir pil gibidir. Kalp atışı adını verdiğimiz hareketi başlatan kimyasal enerjiyi kendileri oluştururlar. Hücrelerin bu özelliği, hiçbir evrimci iddia ile açıklanamayacak olağanüstü bir özelliktir. Kalp hücreleri kendileri için gerekli olan elektriği, kanda rahatça bulabildikleri potasyum ve sodyum elementleri ile sağlar. Bu iki elementi meydana getiren atomlar, sahip oldukları bir elektronu kaybetmiş atomlardır. Dolayısıyla fazladan bir protonları, yani artı yükleri bulunmaktadır. Kalp atışının başlama işareti ise sağ kulakçıkta bulunan ufacık bir hücre topluluğuna bağlıdır. Kalp sinüsü ya da S.A yumrusu adı verilen bu hücre topluluğunun verdiği elektriksel işaret, iki küçük kas demetiyle kalp kasına iletilir. Hücreler, üzerlerine gelen elektrik akımını, alt kısımlarında bulunan diğer tüm kalp kaslarına ulaştırırlar. Bu akım dalgası, sağ kulakçıktan başlayarak aşağıya doğru bütün kas hücrelerini uyarır ve böylece tüm kalbe yayılır. Kalbe gelen bu elektrik akımları "pacemaker" adı verilen bir sinir demeti tarafından koordine edilir. Pacemaker isimli sinir demeti ritmi denetlerken, vücudun ihtiyacına kulak verir. Ayrıca vücudun ihtiyaçlarına göre kalbi hızlandırma veya yavaşlatma özelliklerine sahiptir. Ancak kalbin tamamı bir anda kasılmaz. Çünkü kalbin, hem kan toplaması hem de topladığı kanı pompalaması gerekmektedir. Eğer kalbin tüm hücreleri aynı anda kasılsaydı, henüz kan kalpte toplanamadan vücuda pompalanacaktı. Bunun sonucunda da, sadece birkaç damla kan vücuda iletilebilecekti. Oysa kulakçıklar topladıkları kanı, kendilerinden daha büyük olan karıncıklara, onlar kasılmadan önce iletmelidirler. İşte bu nedenle kalp üzerinde bulunan kaslar, adeta kendi sıralarını bilircesine, birbirlerinin kasılmalarını beklerler. Karıncıklar kasılırken kulakçıklar gevşer, böylelikle kulakçık gevşediği için kan aşağı doğru akar, karıncık da kasıldığı için kanı toplar. Allah'ın kalp kasına verdiği bu özellikler sayesinde insan kalbi hayati görevini yerine getirir.

Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 54. sayı (Aralık 2008) 56. sayfada yayınlanmıştır.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Sınav Soruları [İslam ve Şiddet]

..Hemen her medeniyetinki gibi İslam’ın da tarihinde karanlık şiddet sayfaları vardır. Ancak bunları okurken öncelikle iki farklı şeyi birbirinden ayırmak gerek: Müslümanların İslam’a rağmen uyguladıkları şiddet ile İslam nedeniyle uyguladıkları şiddeti. İlkinden kastım, kimliği Müslüman olan kimi birey ve toplulukların İslam dışı bir takım ilke ve amaçlarla uyguladıkları şiddet. Örneğin Saddam Hüseyin bir Müslümandı, ama halkına uyguladığı şiddet İslami bir dayanağa ve amaca sahip değildi.

İkincisi, yani İslam nedeniyle uygulanan şiddet ise, “cihad” doktrini gereğince, yani dini bir dayanak ve amaçla yürütülmüş savaşlardır. Bazı Müslümanlar cihadın sadece “savunma savaşı” anlamına geldiğini savunular ve ben de öyle anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Ancak İslam tarihinde cihad doktrini sadece savunma değil yayılma amaçlı savaşlar için de kullanılmıştır. “Fetih” derken zaten bu yayılmayı kast ediyoruz.

Birileri çıkıp İslam fetihleri sırasında öldürülen insanları, kesilen başları anlatabilir. Buna itiraz edecek değilim; sadece bunların savaş hukuku açısından “normal” olduğunu söyleyebilirim. Savaş, karşı taraftan adam öldürerek onu teslim olmaya zorlamak için yapılır. Bugün bu iş tank, tüfek ve bombalarla yapılıyor, geçmişte de kılıçla yapılırdı. Zaten Müslümanların fetih stratejisiyle dünyaya yayıldıkları dönemde, herkes kılıçla savaşıyor, kelle kesiyordu. Bu, “normal”di.

Ancak burada İslam medeniyetini Moğollar (ve Haçlılar) gibi barbarlardan ayıran çok önemli bir nokta vardır: Sivil-asker ayrımının gözetilmesi, bu konuda detaylı bir savaş hukukunun geliştirilmiş olması. Kuran’ın “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin” (Bakara, 190) gibi emirleri ve Hz. Peygamber’in savaşlarda kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve din adamlarına dokunulmaması yönündeki açık talimatları üzerine gelişen İslam hukukunda, savaş sırasında sivillerin hedef alınmaması ilkesi oturmuştur. Ortaçağ İslam alimlerinin bazıları, kuşatmalar sırasında mancınık kullanılmasına bile onay vermemişler, çünkü bunun şehirdeki masumları da öldürebileceğini düşünmüşlerdir.

İşte bu nedenle İslam’ın fetih savaşları, pagan Moğollar’ın hiç bir ölçü ve ahlaka sığmayan vahşeti ile karşılaştırılamaz. İslam’ın savaş hukuku, böylesi bir hukuktan yoksun olan Haçlıları da etkilemiş, özellikle Selahadin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılardan kurtarırken sivillerin kılına bile dokunmayışı, Avrupa’da büyük bir hayranlık ve saygı uyandırmıştır.

Yine aynı nedenle bugün El Kaide gibi İslamcı terörist örgütlerin kadın-çocuk ayrımı yapmaksızın giriştikleri saldırılar, İslam geleneğine aykırıdır. Bir “bidat” ve sapmadır. İslam’a karşı “oryantalist” tavrı bilinen Bernard Lewis gibi Batılı tarihçiler de bunu teslim eder. (“Niye Batılı tarihçilerden alıntı yapıyorsunuz” gibi itirazlar getirenler de var; İslam’ın taraftarı olmalarına gerek olmayan insanlar oldukları için onlardan alıntı yapıyorum, bunun bile itiraz sebebi olması çok enteresan.)

Tüm bunların üzerine eklenmesi gereken bir diğer önemli gerçek de, İslam fetihleri sonucunda ele geçirilen topraklarda “zorla din değiştirme” yoluna gidilmemiş olmasıdır. Ele geçirilen ülke halkları, İslam yönetimini kabul edip “cizye” vergisi ödedikten sonra, inançlarında ve yaşam biçimlerinde serbest bırakılmışlardır. Hatta tarihçiler, bu nedenle Bizans egemenliği altında yaşayan ve baskı gören bazı “heteredoks” (çizgi dışı) Hıristiyan cemaatlerin, İslam fetihlerini sevinçle karşıladıklarını belirtir.

KAYNAK:http://www.mustafaakyol.org

2 Ocak 2009 Cuma

İşaretler ( Dua)


“Ey Rabbimiz! Bizi, inkâr edenlerin zulmüne uğratma. Bizi bağışla. Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” [Mümtehine 5]

Oku! Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku!