Haftanın Ayeti

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.”


[Hûd - 90]

10 Ocak 2012 Salı

Önce Ne Vardı?

Big Bang: Taklitlerinden sakınınız
...
Bilim dünyasına 1930’lı yıllarda girdi Big Bang teorisi. İsim babası ise, aslında bu lafı teoriyle alay etmek için ortaya atan İngiliz astronom Fred Hoyle idi. Hoyle, bir ateist ve materyalist (maddeci) idi. İnandığı felsefe, evrenin bir ‘başlangıç anı’na sahip olmamasını gerektiriyordu. Çünkü ilahi dinlere göre Allah ‘ezeli ve ebedi’dir; materyalizme göre ise madde.

Ama Hoyle’un sevmediği Big Bang, üstüste gelen destekleyici verilerle sonunda fizik dünyasında ‘hakim teori’ oldu. Hala da öyle. Bu teori uyarınca, içinde var olduğumuz evren, 15 ila 17 milyar yıl önce bir ‘patlama’ ile ‘yokluk’tan var hale geldi. Sadece madde değil, zaman da ‘sıfır’dan başladı.

Peki Big Bang’den önce ne vardı? Bu soruya bilimin verebileceği bir cevap yok, çünkü bilimin gücü sadece fiziksel dünyayı incelemeye yetiyor. Onun ‘ötesi’ne eli ulaşamıyor. Ancak bu, söz konusu soruyu anlamsız kılmıyor. Aksine, bununla birlikte, bilim, fizik ötesine (metafiziğe) bir kapı açmış oluyor. Bu yüzden Big Bang’den yola çıkan pek çok fizikçinin ‘yaratılış’ kavramına ve Allah’ın varlığına ulaştığı bir sır değil.

Ancak Big Bang’in ateizmi zora sokan ve teizmi (Allah inancını) güçlendiren yönü, ‘önce ne vardı’ sorusuyla sınırlı değil. Daha da garip bir şey var bu patlamada: Patlama sonrasında ortaya çıkan evrenin ‘düzenliliği’.

Bunu anlamak için önce Big Bang’den bugünkü evrene varan sürece değinmek gerek. Fizikçilere göre bu patlama sonrasında ortaya çıkan ilk ‘şeyler’, ‘atom altı parçacıklar’dı. Yani o ilk anlarında, evren atomdan çok daha küçük parçacıklardan ibaretti ki, buna ‘radyasyon’ da diyebilirsiniz.

Garip olan şu: Başta sadece radyasyondan ibaret olan madde, nasıl oldu da ‘organize olup’ atomu oluşturdu? Oluşan ilk atom olan hidrojen, sonra nasıl oldu da helyumu, oksijeni, karbonu ve giderek demir gibi ağır elementleri meydana getirdi?

Bu çok önemli, çünkü eğer evren radyasyondan ibaret kalsaydı, bırakın katı cisimleri, gazlar bile var olmaz, yıldızlar, gezegenler, taşlar, topraklar hiçbir şekilde oluşamazdı. Siz ve ben de asla var olamazdık.

Kuşkusuz başlangıçtaki radyasyonun katı maddeye doğru bir ‘evrim’ geçirmesi, ‘büyü’yle olmadı. Evrenin yine ilk anlarında ortaya çıkan ‘dört temel kuvvet’in üçü (güçlü nükleer, zayıf nükleer ve elektromanyetik kuvvet), atom altı parçacıkları atomlara dönüştürdü. (Dördüncü kuvvet olan yerçekimi, çok sonra devreye girecekti.)

Şimdi, bakın, burada meselenin püf noktasına gelmiş bulunuyoruz. Ve bu da, 1970’lerde, Cambridge Üniversitesi’nden teorik astrofizikçi Brandon Carter’ın sorusuyla doğdu: Evreni düzenleyen bu ‘temel kuvvetler’in şiddeti biraz daha farklı olsaydı, ne olurdu? Bu soru üzerine hesaplara girişen Carter ve diğer bilim adamları vardıkları sonuçlara epey şaşırdılar. Çünkü fark ettiler ki evrenin ‘temel kuvvetleri’nin herhangi birisi biraz bile farklı bir değerde olsaydı, atom oluşmayacak ve ‘radyasyon’ sonsuza kadar hüküm sürecekti.

Hesaplar ilerledikçe pek çok fizikçi evrende bir ‘İnsancı İlke’ (Anthropic Principle) olduğu, yani evrenin fiziksel kanunlarının, insan yaşamına izin verecek bir ‘hassas ayar’ (fine tuning) ile belirlendiği kanısına vardı. Bilim yazarları Augros ve Stancui şöyle diyordu: ‘Kopernik’in gösterdiği gibi, evrenin fiziksel merkezinde değiliz. Ama galiba evrenin AMACININ merkezindeyiz.’

Bu amacı kimin belirlediğini soran pek çok fizikçi de, buradan ‘Yaratıcı’ya varmakta zorlanmıyor.

NOT: Bu konuyu merak edenlere, Dr. Caner Taslaman’ın ‘Big Bang ve Tanrı’ adlı titiz çalışmasını tavsiye ederim.

9 Ocak 2012 Pazartesi

EVRENİN SONU VE BÜYÜK ÇÖKÜŞ (BIG CRUNCH)


Evrenin yaratılışı, tüm inananlarında bildiği gibi yüce Allah'ın [OL] emrine mukabil, Big Bang denilen büyük bir patlama ile başlamıştır ve o zamandan beri evren genişlemektedir.

Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kuran-ı Kerim'de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)

Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır:


O gökleri ve yeri yoktan var edendir... (Enam Suresi, 101)

Elbette yaşamamızın tek amacı yüce yaratıcımıza olan kulluğumuzun bir göstergesi olarak sınavdır. Hayat sadece bir sınavdan ibarettir ve Kulluk Sınavımızın neticelenmesi için OL emrine mukabil yaratılan evrenin son bulması gerekmektedir.

Bilim adamları evrenin kütlesi yeterli miktara ulaştığında, çekim kuvvetleri nedeni ile bu genişlemenin duracağını ve bunun evrenin kendi içine çökmeye, büzülmeye başlamasına sebep olacağını bildirmektedirler.

Büzülen evrenin de, sonunda "Big Crunch" (Büyük Çöküş) denilen çok yüksek bir ısı ve sıkışma ile sonuçlanacağını ifade etmektedirler. Bu ise, bildiğimiz tüm yaşam şekillerinin yok olması anlamına gelmektedir. Stanford Üniversitesi'nde fizik profesörü olan Renata Kallosh ve Andrei Linde'nin bu konu ile ilgili yaptığı açıklamalar ise şöyledir:

Evrenin akıbeti küçülmeye ve yok olmaya doğru gidiyor. Gördüğümüz ve daha uzaklardaki göremediğimiz herşey bir protondan bile küçük bir nokta şeklinde küçülecek. Sanki kara delik içindeymişsiniz gibi.... Kara enerjinin en iyi tarifinin şu açıklama olduğunu bulduk: Aşama aşama negatif hale gelen bu kara enerji, evrenin dengesinin değişmesine sebep olacak ve büzülüp çökecek... Fizikçiler kara enerjinin, negatif enerjiye dönüşeceğini ve evrenin yakın bir gelecekte büzüleceğini biliyorlar... Fakat bugün görüyoruz ki, biz bu olayın başlangıcında değiliz, ama evrenimizin hayat sirkülasyonunun ortasında olabiliriz.

Big Crunch olarak ifade edilen bu bilimsel varsayıma, Kuran'da şöyle işaret edilmektedir:

Bizim, göğü kitabın sahifelerini katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu, Bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız. (Enbiya Suresi, 104)

Bir başka ayette ise göklerin bu durumu şöyle tarif edilmektedir:

Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer Suresi, 67)

Big Crunch teorisine göre başlangıçta olduğu gibi önce yavaşça, fakat gittikçe hız kazanarak evren çökmeye başlayacaktır. Tüm bunların devamında ise, evren sonsuz yoğunluk ve sonsuz ısıda, sonsuz küçüklükte bir nokta haline gelecektir. Tarif edilen bu bilimsel teori, Kuran ayetleri ile paralellik içindedir.

(Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.)

www.kuranca.com adresinden derlenmiştir.

6 Ocak 2012 Cuma

Kur'an-ı Kerimde “Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur.” buyrulmaktadır. Zikirden kasdedilen nedir? Kalbi nasıl tatmin eder ?

Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...

Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kullanmışlardır.

Maddî kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinat fabrikasında kan üretilecek ki kalp de o kanı bedenin her köşesine pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve o kanı bedenin her köşesine sevk etmektedir.

Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allahın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna oluyorlar.

Kalbin bâtınına gelince, samediyete asıl âyine o... “Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”

Bu hakikati: “Kalpler ancak Allahın zikriyle mutmain olur.” âyet-i kerimesi ders verir.

Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, iman.

Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi marifetullah (Allahı tanıma) olunca, elbette, samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye muhtaç.

Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.

Midenin açlığını elbisenin güzelliği, yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef doyuramıyor.

Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize.

Nedir zikir?
Kelime mânâsıyla hatırlama. Allahı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesi. Kalp, bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allahın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin olur.

Beden ruhun hanesi ise, kâinat da onun şehridir. Kalp hem bu haneyi sever, hem de o şehri. İkisini de Allahın mülkü bilir. Onun kutsi sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine inanmakla hem bedende rahat yaşar, hem kâinatta. Bedeni de huzurla terk eder, kâinatı da. Çok iyi bilir ki, bunların ikisi de kendi mülkü değildir. Böylece ikisinden de geçer, onların hakiki sahibine iltica eder. Dileyeceğini Ondan diler. Hiçbir hâdiseden sarsılmaz, hiçbir musibetten korkmaz. Çok iyi bilir ki, mutlak kudret ve irade ancak Allahındır. Onun izni olmadan ne karınca bir adım atabilir, ne hava deprenebilir, ne kan deveran edebilir, ne güneş ışık saçabilir.
İşte kalp bu iman ve bu marifet ile tatmin olur.

Yediğimiz bir meyvenin ne rengi, ne güzelliği, ne kokusu, ne tadı kalbe ulaşır. Ve kalp bunların hiçbiriyle tatmin olmaz. Ama, insan o renge hayran kaldı mı, o nimete minnettarlık hissetti mi, o tada meftun oldu mu, işte o zaman bu mânâlar kalbe yerleşir. Bu hayret, şükrü getirirse kalp gıdasını almaya başlamış demektir.

Kalp, bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ilâhî isimlerledir. Göz elmaya bakarken, kalp onda tecelli eden Allahın isimlerine nazar eder ve ancak böyle bir nazarla tatmin olur.

Sınav Soruları [Kuran’da Biz İfadesi Neden?]


Bazı Kuran ayetlerinde neden biz ifadesinin kullanıldığı tam olarak anlaşılamadığından bu konu bir takım soruları beraberinde getirmektedir. Bu konu şu şekilde ele alınabilir. Kuran’da Allah kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini de, birinci tekil şahıs olarak “Ben” ifadesini de kullanır. Bu Arapçanın dil özelliğinden kaynaklanır. Arapçada ve başka bazı dillerde de azamet, yücelik ifadesi olarak bazen bir kişi kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini kullanır. Nitekim gerek Türkçemizde, gerek başka dillerde karşımızda tekil şahıs varken yücelik, saygı ifadesi olarak ikinci tekil şahıs olan “Sen” yerine “Siz” demekteyiz. Türkçede tekil olarak yaptıklarımız için de bazen birinci çoğul olarak “Biz” ifadesini kullanırız, fakat bu karşımızdaki tekil şahıs için çoğul olan “Siz” ifadesini kullanmamız kadar yaygın değildir.

Kısacası, Allah tevazu yapmaz, tevazu insanlara yaraşır, Allah için değildir. Allah azametini, yüceliğini, saygınlığını belirtmek için bu ifadeyi kullanır. Kuran Arapça inmiş bir kitaptır, bu yüzden Kuran’da Arapça dil özellikleri, Arapça deyimler bulunur. Allah’ın tekliği tüm Kuran’ın en temel mesajıdır ve Kuran’ın yüzlerce ayetiyle apaçıktır.

Bir noktayı daha belirtmekte fayda vardır. Kuran’da Allah kendisinden birinci şahıs olarak bahsederken hem tekil “Ben” ifadesini, hem azamet, yücelik, saygınlık belirtisi olarak çoğul olan “Biz” ifadesini kullanır. Fakat Allah’tan ikinci şahıs olarak bahsedildiğinde hep ikinci tekil “Sen” ifadesi geçer, hiçbir zaman ikinci çoğul olarak “Siz” ifadesi geçmez veya Allah’tan üçüncü şahıs olarak bahsedildiğinde hep üçüncü tekil “O” ifadesi geçer, hiçbir zaman üçüncü çoğul “Onlar” ifadesi kullanılmaz. Oysa Kuran’da binlerce defa Allah’tan ikinci veya üçüncü şahıs olarak bahsedilmiştir, bunların biri bile ikinci çoğul veya üçüncü çoğul şahıs değildir. Bu da başta dediğimiz gibi; bu ifadenin Arapçanın dil özelliğinden olduğunu gösterir.

Kaynak: http://www.allah.gen.tr/?p=260#more-260

Oku! Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku!