Haftanın Ayeti

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.”


[Hûd - 90]

26 Kasım 2011 Cumartesi

“Kaç tane” diye soruvermiş derviş.


Bir gün bir derviş,
Bir kucak dolusu elma ile bayırlar aşan
Bir genç kıza rastlamış…

Bozkırın sıcağında yorgunluktan

Al almış kızın yanakları..
“Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?”
Diye sormuş derviş.

Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız:
“Sevdiğim çalışıyor orada…
Ona elma götürüyorum.”

“Kaç tane” diye soruvermiş derviş.

Kız şaşkın:
“İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?”

Usulca koparıvermiş elindeki tesbihin ipini derviş !

24 Kasım 2011 Perşembe

La fâile illa hu [ Allah’tan gayrı fâil yoktur ]

Cümle halk ile sulh ü salah üzere olmak kâbil midir? Bazen barış halinde olduğun bir kimseden fenâlık görüyorsun…

Bizim için düşman yoktur. Her yerde Hakk’ı gördüğümüz için kimseyi tahkir edemeyiz. Mademki dervişim diyorsun, herhangi bir kimseden sana gelecek veya gelmiş bir kötülük için, “bu bana Allah’ımdandır” demelisin. Meselâ “Ümit Bey zinâ etti” deseler hiç alakan olmayan bir şeyle suçlandığını görünce herhalde bir başka hatâm yüzünden Cenab-ı Hak beni bu suretle ikâz ediyor ve mürşidim beni uyanıklığa davet ediyor” dersin. Bu iftirayı bir terbiye kabul ederek gider söyleyenin elini öpersin. Bu kâbil olmazsa kalben hoş görüp o kimsenin daima iyiliğini istersin. Hak kulunu, kullar vasıtasıyla terbiye eder.

Onun için bir derviş olanı Ahmet’ten Mehmet’ten bilmez, Allah’tan bilir. Mâdemki lâ fâile illa hu (Allah’tan gayrı fâil yoktur) diyorsun bu takdirde vâsıtayı görmemen icap eder. Allah’tan gayrı fâil yoktur

Perde kurdum şem’a yaktım gösterem zıll u hayâl

Sen hiç Karagöz’e gitmedin mi? İşte oradaki karagözcü, şem’asını yakmış, perdesini kurmuş, oyunu oynatırken bak dikkat et, ağlayan o, gülen o, güldüren o, öldüren de o ve bütün hareketleri idare eden yine odur. Yine muhtelif sadâlar, Yahudî, Arnavut, Kürt sesleri de ondan geliyor be yahu… Birgün, Şirin ile Ferhat oyunu oynanırken, cadı bunları birbirinden ayırdığı zaman seyirciler arasındaki Arnavud’un biri pek kızmış ve piştovunu çekerek cadıya iki el sıkmış. Etraftan: Ne yapıyorsun, o bir deri parçasıdır… diye müdahale edenler, gülüp alay eyleyenler olmuşsa da kimse Arnavud’a lakırdı anlatamamış. İşte bu câhil adamın hali ne kadar gülünç ise, dünya perdesinde de aynı hal vâkidir. Şundan bundan, nefsine hoş gelmeyen ve arzuna aykırı olarak zuhur eden şeyler için, bu şeylerin faillerine hiddet edip düşman oluyorsun ve hâdiseyi asıl sahibinden oyunu oynatandan bilmiyorsun.

Ettik bir hata erenlerim, bir kimse elde ettiği manevi makamdan, mertebeden düşecek olsa bir daha terakki edemez mi?

Niçin edemesin. Düşmez kalkmaz bir Allah. Kul hata edebilir. Allah ganîdir. Çalışanı, yalvaranı mahrum etmez. Düştüğünü anlayıp “öyle de battık, böyle de battık.. Battı balık yan gider” deyip oturmak olmaz. Gafürü’r-rahîm olan Allah affetmeye bahane arar. Bir gün olur, beni de affeder deyip ümit kesmeden çalışmalıdır. Nefs-i emmareye kadar düşeni bile yüksek mertebelere çıkardığı vâkidir. Sen aklını başına al, nefis sahilinden kurtul da, hakîkat deryasının içine dal, böyle bir denizde timsah korkusu yoktur. Aşk aynası paslanmamışsa, üstünde günah tortuları yoksa, iki dünyanın da şekli orada görülür.

Kolay değil bu işler dedem, bize aşk lazım… Aşk nasıl elde edilir?

Aşk, ders ve tâlim ile olmaz. Gayretle, çabalama ile ele gelmez. Çünkü aşık, aşkın gereği üzre iradesiz olarak yürür. Aşıklara dostun güzelliği hoca olur ders verir. Aşk öğretir evladım, sen hele yolda dura gör, Mevlam görelim neyler…

Dedem pek güzel ve pek iyi pend û nasihatler ediyorsun amma; ne olur cüretimizi mazur görün, insan sormadan da edemiyor…

Anladık erenlerim… Diyeceğin o ki: nasihatler ediyorsun lâkin evvela bu pend û nasihati kendi nefsine et de sonra ihvana et, zira ki insanın kendi nefsi cümleden akdemdir demişlerdir… Ve bu sözler ile halkı kendine tâbi kılmak ve kendine cümleyi hayran etmek arzu ediyorsun… Ve kendini makam-ı izzet ve mertebe-i bâlâda bulundurmak istersin. Halbuki izzet-i nefse lâyık değildir. Hudâ-yı mute’âl hazretlerine lâyıktır. Nefse lâyık olan acziyet ve ubudiyettir aziz!

Pes pek ağır oldu bu ithamlar ama gönlümüzü sakınmak gerekmiş…

Eyvallah dervişim… Evet öyledir, pek doğru ve güzel buyuruyorsunuz, lâkin bu kelamları, bu yüzsüz asi, kendi kitabımdan söylemiyorum., pirân-ı izâm hazeratının kelâm-ı kudsiyeleri ve kelâm-ı kibâr olarak onlardan nakl û hikâye ediyorum, yani ehlullah metâını satar bir tellâl-ı sûk-ı sultân-ı aşkım. Bundan fakire “tellaliye” olarak ne kalır ise bin bereket versin diyeceğim azizim. Yoksa hâşâ summe hâşâ Hazreti Pir Mevlana efendimizin buyurdukları gibi öyle bir takım efsun ve kelâm-ı marifet ile insanların kalplerine mâlik olalım ve onları kendimize tabi edip dünyada izzet ve rif’at bulalım için değildir…

[http://umutrehberi.wordpress.com/2010/10/10/la-faile/] Hoşgörüsüyle alıntıdır

Sınav Soruları [İslam’ın Dili Erkek mi?]


Batılı ve Doğulu modernistlerin ve feministlerin İslam’a ilişkin tekrar edip durdukları eleştirinin başında İslam dininin dilinin “erkek egemen bir dil” olduğu ve İslami hüküm ve tarihsel/aktüel pratiklerin “erkek egemen doğa”ya sahip olduğu yönündeki iddiadır.

Bu iddianın zemininde üç konu vardır: Dinin dili; dinî hükümler; tarihi ve aktüel dinî pratikler.

Feminizmi var eden tarihsel ve kültürel şartlar göz önüne alındığında, feminizmi bu fikre yönelten önemli amilin, kendisini karşıtında kurguladığı tarihsel dinin, yani Batı Hıristiyanlığı’nın konuyla ilgili vazettiği hükümlerdir. Pavlus şöyle der: “Kadın tam tabiiyetle sessizce öğrensin. Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem, ancak sükûtta olsun. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratıldı. Âdem aldanmadı, fakat kadın aldanarak suça düştü.” (l. Timoteosa, 4: 1-3.) Yine şöyle der: “Bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih ve kadının başı erkek ve Mesih’in başı Allah’tır.” (l. Korintoslulara, 11: 2.)

Bu din dilinin ve dil üzerinden öngörülen hükümlerin her iki din (Hıristiyanlık ve İslamiyet) arasında nasıl paradigmatik farklılıklara işaret ettiğini ve tarihsel pratiklerin de bundan bağımsız ele alınamayacağını pazartesi günü ele almaya çalışacağım. Bugün vahy dilinin neden “erkek egemen” olamayacağı konusuna değinmek istiyorum.

Belirtmek gerekir ki, İslam dinini diğer bilumum dinlerden ayıran temel farkı vahy olmasıdır. Vahy, Allah tarafından Cebrail aleyhisselam aracılığıyla Hz. Peygamber (sas)’in kalbine ilka olunan bilgi ve haberler bütünüdür. Bizim kabul ettiğimiz anlamda Hıristiyanlıkta vahy yoktur, Hıristiyan inancına göre İsa’nın bedeni “kelime/vahy”dir. İncilleri, Hz. İsa’nın ref’inden 40, 50 ve 60 sene sonra şifahi geleneğin imkânlarından yararlanıp toplayan yazarlardır ve bunlar da Aramice inmiş olan vahyi Grekçe olarak yazıya geçirmişlerdir. Dolayısıyla İncilleri bize aktaran dil iki defa özel bir işlemden geçirilmiştir. Kısaca İncillerin dilinin teşekkülünde kültür (toplumsal ve tarihsel durum) belirleyici rol oynamış bulunmaktadır.

Kur’an vahyinin cinsiyetle ilişkilendirilmesini imkânsız kılan iki önemli husus var:

1) Allah’a hiçbir şekilde “cinsiyet”, yani erkeklik veya dişilik izafe edilmeyeceği; diğeri vahy dili olan Arapçanın diğer dillerden farklı olarak yapısı gereği aynı anda hem eril hem dişil bir tabiata sahip olmasıdır. Allah, Zat’tır. Zatının mahiyetini, ne’liğini bilemeyiz; biz ancak Allah’ı isimler, sıfatlar ve fiiller üzerinden bilir veya tanırız. Bu yüzden vahy bilgisi yanında her bir varlık mertebesi, konumu, objesi birer ilim/bilgi konusu olan “âlem” (kâinat), “alametler”den müteşekkildir ve varlık âleminin tamamı Allah, yaratılış, “ilim”, kudret ve irade konusunda bize bilgiler sunmaktadır ki, bunlar Zat değil, isimler, sıfatlar ve fiillerdir. Eğer Zat, erkek olsaydı, vahyettiği dinin “erkek ağırlıklı veya erkek egemen” olduğu iddiası makul olabilirdi.

2) Arapçaya vakıf uzmanların teslim ettiği üzere, bu dil salt olarak ne erildir ne dişildir, ancak hem erildir hem dişildir. Kelimeler (zamirler, isimler, fiiller) temelde eril (müzekker) ve dişil (müennes) olarak iki ana kategoriye ayrılmaktadırlar. Tağlib kaidesi dâhilinde eril gelen zamirler veya fiiller hakikatte dişil olan ve kadına ilişkin durumları da ifade eder. Fakat mesela Fransızca dişil, Almanca erildir. Arapça, şahsa, konuya, muhtevaya ve duruma göre eril veya dişil olabiliyor. Böyle olunca vahy dilinin erkek egemen olduğu temelsiz bir iddia olarak kalır.

Kur’an erkeğin dili değildir, vahyedenin dilidir.

Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkaranların erkek egemen bir dil ve dinî literatür ürettikleri konusuna gelince. İslamiyet’i Hıristiyanlığın mevkiine koyup modernist ve feminist itiraz yapma hatasına -ki bu hem paradigmatik hem metodik olarak büyük bir hatadır- düşülmeden, tarihî ve aktüel pratiklere bakıldığında, elbette yer yer bu eleştirileri haklı çıkaracak unsurlar vardır. Ama genel anlamda durum Batı’daki kadar vahim de değildir.

8/3/2008 Zaman Gazetesi

18 Kasım 2011 Cuma

Şirk neden bağışlanmaz?

KISACA “şirk” sözcüğü ile ifade ettiğimiz “Allah’a ortak koşma” eylemi, üzerinde pek büyük bir hassasiyetle durulması gereken bir konudur. Zira Yüce Allah, tevbe edilmediği takdirde, bu günahı asla bağışlamayacağını Kur’ân’da açıkça bildirmiştir. Bununla birlikte, günlük hayatta, çoğu zaman farkında bile olmadan, dolaylı veya dolaysız şekilde, Allah’a imanımızın saflığını bozacak ve bu imana şirk kırıntıları bulaştıracak şekilde telkinlere maruz kalabiliyoruz. Göklerde ve yerde, bütün âlemlerde, büyük küçük, gizli açık herşeyi her haliyle kuşatan İlâhî egemenliğe kayıtsız şartsız iman etmekle yükümlü olduğumuz halde, bir de bakmışız, o egemenlik çeşitli sebepler arasında parça parça edilip bölüştürülmüş, bu parçalardan kimi dünyaca büyük kişilere, kimi tabiata, kimi tesadüfe, kimi yıldızlara, kimi de daha başka şeylere yakıştırılmış gitmiştir.

Daha da önemlisi, böyle bir paylaştırmanın ne kadar büyük bir suç teşkil ettiğini fark edemeyişimizdir. Allah nasıl olsa herşeyin yegâne hakimi değil mi? Yeryüzündeki biz âciz ve fâni kullardan bir kısmı, Onun mülkünden bir kısmını şuna veya buna yakıştıracak olsa, bunun Allah’a ve Onun egemenliğine ne zararı olabilir? Dünya dolusu günahları bağışlayan Allah, bir kulunun ağzından çıkan önemsiz bir sözü niçin bağışlamaz da “Kulum Bana şirk koştu” diyerek cezalandırır?

Zaman zaman da Allah’a bir olarak inanmak ile Ona ortak koşmak arasında bir fark görmeyen itirazlarla karşılaşırız: “Canım, din adamı Allah der, bilim adamı da doğa veya sebepler yahut kanunlar der; ikisi de aynı şeyi kasteder” gibi…

Hayır, ikisi de aynı şeyi kastetmez. Gerçi ikisi de yaratma kudretine sahip bir varlıktan söz eder. Ancak bunlardan birincisinin kastettiği, Yer ve Göklerin Yaratıcısıdır; diğeri ise Onun yarattıklarından birini veya bir kısmını kasteder ve Allah’ın sıfatlarını ve mülkünü onların arasında paylaştırır. Gariptir ki, Allah’ın mülkü hakkında pek cömert davranan ve onu Allah’ın yarattıkları arasında hiç umursamaksızın dağıtıveren kullar, kendilerine ait şeylerin başkalarına peşkeş çekilmesi karşısında hiç de hoşgörülü değillerdir.

Bir sabah size ait işyerinize geldiğinizde şöyle bir manzarayla karşılaştığınızı düşünün:
Bekçi, kulübenin etrafını çevirmiş, orayı kendi mülküne dahil etmiş. Çaycı, çay ocağının bağımsızlığını ilân etmiş. Sekreterler kendi bölümlerinin, odacılar koridorların, memurlar kendi odalarının patronu olup çıkmışlar. Gerçi sizin asıl büyük işveren olarak kalmanıza bir itirazları yok; size saygıda kusur da etmiyorlar. Ancak bir şartla: “Burada bizim de ortaklığımız var” diyorlar. Halbuki sahiplendikleri şeyi elde etmek için ne bir masraf yapmış, ne bir çaba harcamışlardır.

Yahut, hizmetçinizin, bir sabah karşınıza dikilip “Bu evde benim de hakkım var” diyerek kendisine düşen payı istediğini düşünün.

Veya size ait bir tablonun, bir bestenin, bir kitabın üzerinde, sizin imzanızın yanı sıra, sizin memurlarınızın da “eser sahibi” olarak imza atmış olduğunu farz edin.

Dünyada böyle birşeyi kabullenebilecek kimse var mıdır?

İşte, âyet-i kerime, “şirk” dediğimiz hadisenin içyüzünü, bize, kendimizden örnek vermek suretiyle böyle açıklıyor: “Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?”

Şunu da dikkatten uzak tutmayalım: Bizim paylaşmaya razı olmadığımız şey, gerçekte kendi mülkümüz değil, bu dünyada geçici bir süre kullanımımıza sunulmuş bir emanetten ibarettir. Bu emaneti kendileriyle paylaşmaya razı olmadığımız kimseler de bizden farkı olmayan, bizim gibi etten ve kemikten yapılmış insanlardır.

Allah’ın mülkü ise, hiç yoktan yaratılmış gökler ve yer gibi bir âlemdir. Üzerinde nefes alıp verdiğimiz şu gezegene bir bakın: Tavanı inci gibi yıldızlarla bezenmiş, tabanına rengârenk halılar serilmiş, her köşesi bir cennet bahçesi gibi süslenmiş, milyonlarca tür canlı ile şenlendirilmiş; konuklarının önüne her mevsim, her gün, her saat sayısız ziyafet sofraları serilen bir dünyanın yaratılmasında hangi sebebin, hangi yıldızın, canlı veya cansız hangi varlığın payı vardır?

Böyle bir dünyanın üzerinde her an Rabbinin nimetlerinden incelerine erişmekte olan insana, bu âlemin bir kısım varlık ve olaylarını Allah’a ortak koşmak yaraşır mı? Esas itibarıyla kendisine ait olmayan emanet malını kendisinden farkı olmayan kullar arasında paylaşmaya razı olmayan insan, Allah’ın kendi mülkünü, yine o mülkün bir parçası olan yaratıklar arasında bölüştürmeyi nasıl olur da küçük bir kusur gibi görüp geçiştirir?

Âyet-i kerime, işte bu noktada bizi ciddî ve derin bir tefekküre davet ediyor; akıl eden kimseler için Allah’ın âyetlerini işte böyle açıklıyor:
Allah size kendinizden bir misal verdi: Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu? Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.

Zafer Dergisi'nden

8 Kasım 2011 Salı

Kâbe Dünyanın Merkezi?


Dünyanın neresinde olursanız olun kıbleye, yani Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu yöne dönerek namaz kılarız. O ki dünyanın merkezi, dünyanın en şerefli yeridir. Eğer tam Kâbe’nin bulunduğu yerden dünyanın merkezine doğru kazıp diğer taraftan çıkarsak, Kâbe’nin karşısına denk gelen noktaya varırız. Burada nereye dönerseniz dönün, her yön kıbledir. Buradan dünyanın tam olarak pürüzsüz bir küre olduğunu düşünürsek her yönden kıbleye eşit bit yol olduğu düşünülebilir. Pasifik adalarında yaşayan müslümanlar nereye dönerse dönsün her yer kıble olarak geçerli olabilir. Tabiki biz burada fetva vermek amacında değiliz. Bizim ki sadece farklı bir gözle Rabb'imizin şerefli kıldığı Kabe'ye farklı bir bakış açısıyla görmektir.
Katkılarınızı ve görüşlerinizi bekliyoruz

7 Kasım 2011 Pazartesi

GÖKYÜZÜ NEDEN MAVİ? Renkler Nasıl Oluşur?


Işık dalgaları bir satıh üzerine düştükleri zaman, bir kısmı yutulur, diğer bir kısmı da yansıtılır. Cisimlerin bize renkli görünmesi işte bu geri gönderilen ışınlardan dolayıdır. Meselâ, elma diğer renkleri yuttuğundan sarı görünür, kırmızı bir cam, diğer ışınları yuttuğu için kırmızı görünür. Siyah, bir renk sayılmayıp bütün renklerin yokluğu durumudur. Saydam cam ise, bütün renkleri yansıtmadan geçirdiğinden renksizdir.

Hava da renksizdir. Bulutsuz ve güneşli günlerde gökyüzünün mavi oluşunun sebebi, güneş ışınları bileşiminde mavi, mor ışınların olmasıdır. Yani, havanın diğer ışınları yutup mavi ve mor ışınları geçirmemesidir. Bu iki renk ise bütün istikâmetlere dağılarak atlasımızın mavi bir renge boyanmasına sebep olmaktadır.

O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
[Bakara - 117]

Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.
[Bakara - 164]

Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.”
[En'am - 79]

Oku! Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku!