Haftanın Ayeti

“Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.”


[Hûd - 90]

10 Ocak 2012 Salı

Önce Ne Vardı?

Big Bang: Taklitlerinden sakınınız
...
Bilim dünyasına 1930’lı yıllarda girdi Big Bang teorisi. İsim babası ise, aslında bu lafı teoriyle alay etmek için ortaya atan İngiliz astronom Fred Hoyle idi. Hoyle, bir ateist ve materyalist (maddeci) idi. İnandığı felsefe, evrenin bir ‘başlangıç anı’na sahip olmamasını gerektiriyordu. Çünkü ilahi dinlere göre Allah ‘ezeli ve ebedi’dir; materyalizme göre ise madde.

Ama Hoyle’un sevmediği Big Bang, üstüste gelen destekleyici verilerle sonunda fizik dünyasında ‘hakim teori’ oldu. Hala da öyle. Bu teori uyarınca, içinde var olduğumuz evren, 15 ila 17 milyar yıl önce bir ‘patlama’ ile ‘yokluk’tan var hale geldi. Sadece madde değil, zaman da ‘sıfır’dan başladı.

Peki Big Bang’den önce ne vardı? Bu soruya bilimin verebileceği bir cevap yok, çünkü bilimin gücü sadece fiziksel dünyayı incelemeye yetiyor. Onun ‘ötesi’ne eli ulaşamıyor. Ancak bu, söz konusu soruyu anlamsız kılmıyor. Aksine, bununla birlikte, bilim, fizik ötesine (metafiziğe) bir kapı açmış oluyor. Bu yüzden Big Bang’den yola çıkan pek çok fizikçinin ‘yaratılış’ kavramına ve Allah’ın varlığına ulaştığı bir sır değil.

Ancak Big Bang’in ateizmi zora sokan ve teizmi (Allah inancını) güçlendiren yönü, ‘önce ne vardı’ sorusuyla sınırlı değil. Daha da garip bir şey var bu patlamada: Patlama sonrasında ortaya çıkan evrenin ‘düzenliliği’.

Bunu anlamak için önce Big Bang’den bugünkü evrene varan sürece değinmek gerek. Fizikçilere göre bu patlama sonrasında ortaya çıkan ilk ‘şeyler’, ‘atom altı parçacıklar’dı. Yani o ilk anlarında, evren atomdan çok daha küçük parçacıklardan ibaretti ki, buna ‘radyasyon’ da diyebilirsiniz.

Garip olan şu: Başta sadece radyasyondan ibaret olan madde, nasıl oldu da ‘organize olup’ atomu oluşturdu? Oluşan ilk atom olan hidrojen, sonra nasıl oldu da helyumu, oksijeni, karbonu ve giderek demir gibi ağır elementleri meydana getirdi?

Bu çok önemli, çünkü eğer evren radyasyondan ibaret kalsaydı, bırakın katı cisimleri, gazlar bile var olmaz, yıldızlar, gezegenler, taşlar, topraklar hiçbir şekilde oluşamazdı. Siz ve ben de asla var olamazdık.

Kuşkusuz başlangıçtaki radyasyonun katı maddeye doğru bir ‘evrim’ geçirmesi, ‘büyü’yle olmadı. Evrenin yine ilk anlarında ortaya çıkan ‘dört temel kuvvet’in üçü (güçlü nükleer, zayıf nükleer ve elektromanyetik kuvvet), atom altı parçacıkları atomlara dönüştürdü. (Dördüncü kuvvet olan yerçekimi, çok sonra devreye girecekti.)

Şimdi, bakın, burada meselenin püf noktasına gelmiş bulunuyoruz. Ve bu da, 1970’lerde, Cambridge Üniversitesi’nden teorik astrofizikçi Brandon Carter’ın sorusuyla doğdu: Evreni düzenleyen bu ‘temel kuvvetler’in şiddeti biraz daha farklı olsaydı, ne olurdu? Bu soru üzerine hesaplara girişen Carter ve diğer bilim adamları vardıkları sonuçlara epey şaşırdılar. Çünkü fark ettiler ki evrenin ‘temel kuvvetleri’nin herhangi birisi biraz bile farklı bir değerde olsaydı, atom oluşmayacak ve ‘radyasyon’ sonsuza kadar hüküm sürecekti.

Hesaplar ilerledikçe pek çok fizikçi evrende bir ‘İnsancı İlke’ (Anthropic Principle) olduğu, yani evrenin fiziksel kanunlarının, insan yaşamına izin verecek bir ‘hassas ayar’ (fine tuning) ile belirlendiği kanısına vardı. Bilim yazarları Augros ve Stancui şöyle diyordu: ‘Kopernik’in gösterdiği gibi, evrenin fiziksel merkezinde değiliz. Ama galiba evrenin AMACININ merkezindeyiz.’

Bu amacı kimin belirlediğini soran pek çok fizikçi de, buradan ‘Yaratıcı’ya varmakta zorlanmıyor.

NOT: Bu konuyu merak edenlere, Dr. Caner Taslaman’ın ‘Big Bang ve Tanrı’ adlı titiz çalışmasını tavsiye ederim.

9 Ocak 2012 Pazartesi

EVRENİN SONU VE BÜYÜK ÇÖKÜŞ (BIG CRUNCH)


Evrenin yaratılışı, tüm inananlarında bildiği gibi yüce Allah'ın [OL] emrine mukabil, Big Bang denilen büyük bir patlama ile başlamıştır ve o zamandan beri evren genişlemektedir.

Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kuran-ı Kerim'de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)

Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır:


O gökleri ve yeri yoktan var edendir... (Enam Suresi, 101)

Elbette yaşamamızın tek amacı yüce yaratıcımıza olan kulluğumuzun bir göstergesi olarak sınavdır. Hayat sadece bir sınavdan ibarettir ve Kulluk Sınavımızın neticelenmesi için OL emrine mukabil yaratılan evrenin son bulması gerekmektedir.

Bilim adamları evrenin kütlesi yeterli miktara ulaştığında, çekim kuvvetleri nedeni ile bu genişlemenin duracağını ve bunun evrenin kendi içine çökmeye, büzülmeye başlamasına sebep olacağını bildirmektedirler.

Büzülen evrenin de, sonunda "Big Crunch" (Büyük Çöküş) denilen çok yüksek bir ısı ve sıkışma ile sonuçlanacağını ifade etmektedirler. Bu ise, bildiğimiz tüm yaşam şekillerinin yok olması anlamına gelmektedir. Stanford Üniversitesi'nde fizik profesörü olan Renata Kallosh ve Andrei Linde'nin bu konu ile ilgili yaptığı açıklamalar ise şöyledir:

Evrenin akıbeti küçülmeye ve yok olmaya doğru gidiyor. Gördüğümüz ve daha uzaklardaki göremediğimiz herşey bir protondan bile küçük bir nokta şeklinde küçülecek. Sanki kara delik içindeymişsiniz gibi.... Kara enerjinin en iyi tarifinin şu açıklama olduğunu bulduk: Aşama aşama negatif hale gelen bu kara enerji, evrenin dengesinin değişmesine sebep olacak ve büzülüp çökecek... Fizikçiler kara enerjinin, negatif enerjiye dönüşeceğini ve evrenin yakın bir gelecekte büzüleceğini biliyorlar... Fakat bugün görüyoruz ki, biz bu olayın başlangıcında değiliz, ama evrenimizin hayat sirkülasyonunun ortasında olabiliriz.

Big Crunch olarak ifade edilen bu bilimsel varsayıma, Kuran'da şöyle işaret edilmektedir:

Bizim, göğü kitabın sahifelerini katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu, Bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız. (Enbiya Suresi, 104)

Bir başka ayette ise göklerin bu durumu şöyle tarif edilmektedir:

Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer Suresi, 67)

Big Crunch teorisine göre başlangıçta olduğu gibi önce yavaşça, fakat gittikçe hız kazanarak evren çökmeye başlayacaktır. Tüm bunların devamında ise, evren sonsuz yoğunluk ve sonsuz ısıda, sonsuz küçüklükte bir nokta haline gelecektir. Tarif edilen bu bilimsel teori, Kuran ayetleri ile paralellik içindedir.

(Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.)

www.kuranca.com adresinden derlenmiştir.

6 Ocak 2012 Cuma

Kur'an-ı Kerimde “Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur.” buyrulmaktadır. Zikirden kasdedilen nedir? Kalbi nasıl tatmin eder ?

Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...

Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kullanmışlardır.

Maddî kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinat fabrikasında kan üretilecek ki kalp de o kanı bedenin her köşesine pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve o kanı bedenin her köşesine sevk etmektedir.

Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allahın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna oluyorlar.

Kalbin bâtınına gelince, samediyete asıl âyine o... “Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”

Bu hakikati: “Kalpler ancak Allahın zikriyle mutmain olur.” âyet-i kerimesi ders verir.

Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, iman.

Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi marifetullah (Allahı tanıma) olunca, elbette, samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye muhtaç.

Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.

Midenin açlığını elbisenin güzelliği, yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef doyuramıyor.

Kalbin Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor bize.

Nedir zikir?
Kelime mânâsıyla hatırlama. Allahı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesi. Kalp, bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allahın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin olur.

Beden ruhun hanesi ise, kâinat da onun şehridir. Kalp hem bu haneyi sever, hem de o şehri. İkisini de Allahın mülkü bilir. Onun kutsi sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine inanmakla hem bedende rahat yaşar, hem kâinatta. Bedeni de huzurla terk eder, kâinatı da. Çok iyi bilir ki, bunların ikisi de kendi mülkü değildir. Böylece ikisinden de geçer, onların hakiki sahibine iltica eder. Dileyeceğini Ondan diler. Hiçbir hâdiseden sarsılmaz, hiçbir musibetten korkmaz. Çok iyi bilir ki, mutlak kudret ve irade ancak Allahındır. Onun izni olmadan ne karınca bir adım atabilir, ne hava deprenebilir, ne kan deveran edebilir, ne güneş ışık saçabilir.
İşte kalp bu iman ve bu marifet ile tatmin olur.

Yediğimiz bir meyvenin ne rengi, ne güzelliği, ne kokusu, ne tadı kalbe ulaşır. Ve kalp bunların hiçbiriyle tatmin olmaz. Ama, insan o renge hayran kaldı mı, o nimete minnettarlık hissetti mi, o tada meftun oldu mu, işte o zaman bu mânâlar kalbe yerleşir. Bu hayret, şükrü getirirse kalp gıdasını almaya başlamış demektir.

Kalp, bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ilâhî isimlerledir. Göz elmaya bakarken, kalp onda tecelli eden Allahın isimlerine nazar eder ve ancak böyle bir nazarla tatmin olur.

Sınav Soruları [Kuran’da Biz İfadesi Neden?]


Bazı Kuran ayetlerinde neden biz ifadesinin kullanıldığı tam olarak anlaşılamadığından bu konu bir takım soruları beraberinde getirmektedir. Bu konu şu şekilde ele alınabilir. Kuran’da Allah kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini de, birinci tekil şahıs olarak “Ben” ifadesini de kullanır. Bu Arapçanın dil özelliğinden kaynaklanır. Arapçada ve başka bazı dillerde de azamet, yücelik ifadesi olarak bazen bir kişi kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini kullanır. Nitekim gerek Türkçemizde, gerek başka dillerde karşımızda tekil şahıs varken yücelik, saygı ifadesi olarak ikinci tekil şahıs olan “Sen” yerine “Siz” demekteyiz. Türkçede tekil olarak yaptıklarımız için de bazen birinci çoğul olarak “Biz” ifadesini kullanırız, fakat bu karşımızdaki tekil şahıs için çoğul olan “Siz” ifadesini kullanmamız kadar yaygın değildir.

Kısacası, Allah tevazu yapmaz, tevazu insanlara yaraşır, Allah için değildir. Allah azametini, yüceliğini, saygınlığını belirtmek için bu ifadeyi kullanır. Kuran Arapça inmiş bir kitaptır, bu yüzden Kuran’da Arapça dil özellikleri, Arapça deyimler bulunur. Allah’ın tekliği tüm Kuran’ın en temel mesajıdır ve Kuran’ın yüzlerce ayetiyle apaçıktır.

Bir noktayı daha belirtmekte fayda vardır. Kuran’da Allah kendisinden birinci şahıs olarak bahsederken hem tekil “Ben” ifadesini, hem azamet, yücelik, saygınlık belirtisi olarak çoğul olan “Biz” ifadesini kullanır. Fakat Allah’tan ikinci şahıs olarak bahsedildiğinde hep ikinci tekil “Sen” ifadesi geçer, hiçbir zaman ikinci çoğul olarak “Siz” ifadesi geçmez veya Allah’tan üçüncü şahıs olarak bahsedildiğinde hep üçüncü tekil “O” ifadesi geçer, hiçbir zaman üçüncü çoğul “Onlar” ifadesi kullanılmaz. Oysa Kuran’da binlerce defa Allah’tan ikinci veya üçüncü şahıs olarak bahsedilmiştir, bunların biri bile ikinci çoğul veya üçüncü çoğul şahıs değildir. Bu da başta dediğimiz gibi; bu ifadenin Arapçanın dil özelliğinden olduğunu gösterir.

Kaynak: http://www.allah.gen.tr/?p=260#more-260

26 Kasım 2011 Cumartesi

“Kaç tane” diye soruvermiş derviş.


Bir gün bir derviş,
Bir kucak dolusu elma ile bayırlar aşan
Bir genç kıza rastlamış…

Bozkırın sıcağında yorgunluktan

Al almış kızın yanakları..
“Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?”
Diye sormuş derviş.

Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız:
“Sevdiğim çalışıyor orada…
Ona elma götürüyorum.”

“Kaç tane” diye soruvermiş derviş.

Kız şaşkın:
“İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?”

Usulca koparıvermiş elindeki tesbihin ipini derviş !

24 Kasım 2011 Perşembe

La fâile illa hu [ Allah’tan gayrı fâil yoktur ]

Cümle halk ile sulh ü salah üzere olmak kâbil midir? Bazen barış halinde olduğun bir kimseden fenâlık görüyorsun…

Bizim için düşman yoktur. Her yerde Hakk’ı gördüğümüz için kimseyi tahkir edemeyiz. Mademki dervişim diyorsun, herhangi bir kimseden sana gelecek veya gelmiş bir kötülük için, “bu bana Allah’ımdandır” demelisin. Meselâ “Ümit Bey zinâ etti” deseler hiç alakan olmayan bir şeyle suçlandığını görünce herhalde bir başka hatâm yüzünden Cenab-ı Hak beni bu suretle ikâz ediyor ve mürşidim beni uyanıklığa davet ediyor” dersin. Bu iftirayı bir terbiye kabul ederek gider söyleyenin elini öpersin. Bu kâbil olmazsa kalben hoş görüp o kimsenin daima iyiliğini istersin. Hak kulunu, kullar vasıtasıyla terbiye eder.

Onun için bir derviş olanı Ahmet’ten Mehmet’ten bilmez, Allah’tan bilir. Mâdemki lâ fâile illa hu (Allah’tan gayrı fâil yoktur) diyorsun bu takdirde vâsıtayı görmemen icap eder. Allah’tan gayrı fâil yoktur

Perde kurdum şem’a yaktım gösterem zıll u hayâl

Sen hiç Karagöz’e gitmedin mi? İşte oradaki karagözcü, şem’asını yakmış, perdesini kurmuş, oyunu oynatırken bak dikkat et, ağlayan o, gülen o, güldüren o, öldüren de o ve bütün hareketleri idare eden yine odur. Yine muhtelif sadâlar, Yahudî, Arnavut, Kürt sesleri de ondan geliyor be yahu… Birgün, Şirin ile Ferhat oyunu oynanırken, cadı bunları birbirinden ayırdığı zaman seyirciler arasındaki Arnavud’un biri pek kızmış ve piştovunu çekerek cadıya iki el sıkmış. Etraftan: Ne yapıyorsun, o bir deri parçasıdır… diye müdahale edenler, gülüp alay eyleyenler olmuşsa da kimse Arnavud’a lakırdı anlatamamış. İşte bu câhil adamın hali ne kadar gülünç ise, dünya perdesinde de aynı hal vâkidir. Şundan bundan, nefsine hoş gelmeyen ve arzuna aykırı olarak zuhur eden şeyler için, bu şeylerin faillerine hiddet edip düşman oluyorsun ve hâdiseyi asıl sahibinden oyunu oynatandan bilmiyorsun.

Ettik bir hata erenlerim, bir kimse elde ettiği manevi makamdan, mertebeden düşecek olsa bir daha terakki edemez mi?

Niçin edemesin. Düşmez kalkmaz bir Allah. Kul hata edebilir. Allah ganîdir. Çalışanı, yalvaranı mahrum etmez. Düştüğünü anlayıp “öyle de battık, böyle de battık.. Battı balık yan gider” deyip oturmak olmaz. Gafürü’r-rahîm olan Allah affetmeye bahane arar. Bir gün olur, beni de affeder deyip ümit kesmeden çalışmalıdır. Nefs-i emmareye kadar düşeni bile yüksek mertebelere çıkardığı vâkidir. Sen aklını başına al, nefis sahilinden kurtul da, hakîkat deryasının içine dal, böyle bir denizde timsah korkusu yoktur. Aşk aynası paslanmamışsa, üstünde günah tortuları yoksa, iki dünyanın da şekli orada görülür.

Kolay değil bu işler dedem, bize aşk lazım… Aşk nasıl elde edilir?

Aşk, ders ve tâlim ile olmaz. Gayretle, çabalama ile ele gelmez. Çünkü aşık, aşkın gereği üzre iradesiz olarak yürür. Aşıklara dostun güzelliği hoca olur ders verir. Aşk öğretir evladım, sen hele yolda dura gör, Mevlam görelim neyler…

Dedem pek güzel ve pek iyi pend û nasihatler ediyorsun amma; ne olur cüretimizi mazur görün, insan sormadan da edemiyor…

Anladık erenlerim… Diyeceğin o ki: nasihatler ediyorsun lâkin evvela bu pend û nasihati kendi nefsine et de sonra ihvana et, zira ki insanın kendi nefsi cümleden akdemdir demişlerdir… Ve bu sözler ile halkı kendine tâbi kılmak ve kendine cümleyi hayran etmek arzu ediyorsun… Ve kendini makam-ı izzet ve mertebe-i bâlâda bulundurmak istersin. Halbuki izzet-i nefse lâyık değildir. Hudâ-yı mute’âl hazretlerine lâyıktır. Nefse lâyık olan acziyet ve ubudiyettir aziz!

Pes pek ağır oldu bu ithamlar ama gönlümüzü sakınmak gerekmiş…

Eyvallah dervişim… Evet öyledir, pek doğru ve güzel buyuruyorsunuz, lâkin bu kelamları, bu yüzsüz asi, kendi kitabımdan söylemiyorum., pirân-ı izâm hazeratının kelâm-ı kudsiyeleri ve kelâm-ı kibâr olarak onlardan nakl û hikâye ediyorum, yani ehlullah metâını satar bir tellâl-ı sûk-ı sultân-ı aşkım. Bundan fakire “tellaliye” olarak ne kalır ise bin bereket versin diyeceğim azizim. Yoksa hâşâ summe hâşâ Hazreti Pir Mevlana efendimizin buyurdukları gibi öyle bir takım efsun ve kelâm-ı marifet ile insanların kalplerine mâlik olalım ve onları kendimize tabi edip dünyada izzet ve rif’at bulalım için değildir…

[http://umutrehberi.wordpress.com/2010/10/10/la-faile/] Hoşgörüsüyle alıntıdır

Sınav Soruları [İslam’ın Dili Erkek mi?]


Batılı ve Doğulu modernistlerin ve feministlerin İslam’a ilişkin tekrar edip durdukları eleştirinin başında İslam dininin dilinin “erkek egemen bir dil” olduğu ve İslami hüküm ve tarihsel/aktüel pratiklerin “erkek egemen doğa”ya sahip olduğu yönündeki iddiadır.

Bu iddianın zemininde üç konu vardır: Dinin dili; dinî hükümler; tarihi ve aktüel dinî pratikler.

Feminizmi var eden tarihsel ve kültürel şartlar göz önüne alındığında, feminizmi bu fikre yönelten önemli amilin, kendisini karşıtında kurguladığı tarihsel dinin, yani Batı Hıristiyanlığı’nın konuyla ilgili vazettiği hükümlerdir. Pavlus şöyle der: “Kadın tam tabiiyetle sessizce öğrensin. Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem, ancak sükûtta olsun. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratıldı. Âdem aldanmadı, fakat kadın aldanarak suça düştü.” (l. Timoteosa, 4: 1-3.) Yine şöyle der: “Bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih ve kadının başı erkek ve Mesih’in başı Allah’tır.” (l. Korintoslulara, 11: 2.)

Bu din dilinin ve dil üzerinden öngörülen hükümlerin her iki din (Hıristiyanlık ve İslamiyet) arasında nasıl paradigmatik farklılıklara işaret ettiğini ve tarihsel pratiklerin de bundan bağımsız ele alınamayacağını pazartesi günü ele almaya çalışacağım. Bugün vahy dilinin neden “erkek egemen” olamayacağı konusuna değinmek istiyorum.

Belirtmek gerekir ki, İslam dinini diğer bilumum dinlerden ayıran temel farkı vahy olmasıdır. Vahy, Allah tarafından Cebrail aleyhisselam aracılığıyla Hz. Peygamber (sas)’in kalbine ilka olunan bilgi ve haberler bütünüdür. Bizim kabul ettiğimiz anlamda Hıristiyanlıkta vahy yoktur, Hıristiyan inancına göre İsa’nın bedeni “kelime/vahy”dir. İncilleri, Hz. İsa’nın ref’inden 40, 50 ve 60 sene sonra şifahi geleneğin imkânlarından yararlanıp toplayan yazarlardır ve bunlar da Aramice inmiş olan vahyi Grekçe olarak yazıya geçirmişlerdir. Dolayısıyla İncilleri bize aktaran dil iki defa özel bir işlemden geçirilmiştir. Kısaca İncillerin dilinin teşekkülünde kültür (toplumsal ve tarihsel durum) belirleyici rol oynamış bulunmaktadır.

Kur’an vahyinin cinsiyetle ilişkilendirilmesini imkânsız kılan iki önemli husus var:

1) Allah’a hiçbir şekilde “cinsiyet”, yani erkeklik veya dişilik izafe edilmeyeceği; diğeri vahy dili olan Arapçanın diğer dillerden farklı olarak yapısı gereği aynı anda hem eril hem dişil bir tabiata sahip olmasıdır. Allah, Zat’tır. Zatının mahiyetini, ne’liğini bilemeyiz; biz ancak Allah’ı isimler, sıfatlar ve fiiller üzerinden bilir veya tanırız. Bu yüzden vahy bilgisi yanında her bir varlık mertebesi, konumu, objesi birer ilim/bilgi konusu olan “âlem” (kâinat), “alametler”den müteşekkildir ve varlık âleminin tamamı Allah, yaratılış, “ilim”, kudret ve irade konusunda bize bilgiler sunmaktadır ki, bunlar Zat değil, isimler, sıfatlar ve fiillerdir. Eğer Zat, erkek olsaydı, vahyettiği dinin “erkek ağırlıklı veya erkek egemen” olduğu iddiası makul olabilirdi.

2) Arapçaya vakıf uzmanların teslim ettiği üzere, bu dil salt olarak ne erildir ne dişildir, ancak hem erildir hem dişildir. Kelimeler (zamirler, isimler, fiiller) temelde eril (müzekker) ve dişil (müennes) olarak iki ana kategoriye ayrılmaktadırlar. Tağlib kaidesi dâhilinde eril gelen zamirler veya fiiller hakikatte dişil olan ve kadına ilişkin durumları da ifade eder. Fakat mesela Fransızca dişil, Almanca erildir. Arapça, şahsa, konuya, muhtevaya ve duruma göre eril veya dişil olabiliyor. Böyle olunca vahy dilinin erkek egemen olduğu temelsiz bir iddia olarak kalır.

Kur’an erkeğin dili değildir, vahyedenin dilidir.

Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkaranların erkek egemen bir dil ve dinî literatür ürettikleri konusuna gelince. İslamiyet’i Hıristiyanlığın mevkiine koyup modernist ve feminist itiraz yapma hatasına -ki bu hem paradigmatik hem metodik olarak büyük bir hatadır- düşülmeden, tarihî ve aktüel pratiklere bakıldığında, elbette yer yer bu eleştirileri haklı çıkaracak unsurlar vardır. Ama genel anlamda durum Batı’daki kadar vahim de değildir.

8/3/2008 Zaman Gazetesi

18 Kasım 2011 Cuma

Şirk neden bağışlanmaz?

KISACA “şirk” sözcüğü ile ifade ettiğimiz “Allah’a ortak koşma” eylemi, üzerinde pek büyük bir hassasiyetle durulması gereken bir konudur. Zira Yüce Allah, tevbe edilmediği takdirde, bu günahı asla bağışlamayacağını Kur’ân’da açıkça bildirmiştir. Bununla birlikte, günlük hayatta, çoğu zaman farkında bile olmadan, dolaylı veya dolaysız şekilde, Allah’a imanımızın saflığını bozacak ve bu imana şirk kırıntıları bulaştıracak şekilde telkinlere maruz kalabiliyoruz. Göklerde ve yerde, bütün âlemlerde, büyük küçük, gizli açık herşeyi her haliyle kuşatan İlâhî egemenliğe kayıtsız şartsız iman etmekle yükümlü olduğumuz halde, bir de bakmışız, o egemenlik çeşitli sebepler arasında parça parça edilip bölüştürülmüş, bu parçalardan kimi dünyaca büyük kişilere, kimi tabiata, kimi tesadüfe, kimi yıldızlara, kimi de daha başka şeylere yakıştırılmış gitmiştir.

Daha da önemlisi, böyle bir paylaştırmanın ne kadar büyük bir suç teşkil ettiğini fark edemeyişimizdir. Allah nasıl olsa herşeyin yegâne hakimi değil mi? Yeryüzündeki biz âciz ve fâni kullardan bir kısmı, Onun mülkünden bir kısmını şuna veya buna yakıştıracak olsa, bunun Allah’a ve Onun egemenliğine ne zararı olabilir? Dünya dolusu günahları bağışlayan Allah, bir kulunun ağzından çıkan önemsiz bir sözü niçin bağışlamaz da “Kulum Bana şirk koştu” diyerek cezalandırır?

Zaman zaman da Allah’a bir olarak inanmak ile Ona ortak koşmak arasında bir fark görmeyen itirazlarla karşılaşırız: “Canım, din adamı Allah der, bilim adamı da doğa veya sebepler yahut kanunlar der; ikisi de aynı şeyi kasteder” gibi…

Hayır, ikisi de aynı şeyi kastetmez. Gerçi ikisi de yaratma kudretine sahip bir varlıktan söz eder. Ancak bunlardan birincisinin kastettiği, Yer ve Göklerin Yaratıcısıdır; diğeri ise Onun yarattıklarından birini veya bir kısmını kasteder ve Allah’ın sıfatlarını ve mülkünü onların arasında paylaştırır. Gariptir ki, Allah’ın mülkü hakkında pek cömert davranan ve onu Allah’ın yarattıkları arasında hiç umursamaksızın dağıtıveren kullar, kendilerine ait şeylerin başkalarına peşkeş çekilmesi karşısında hiç de hoşgörülü değillerdir.

Bir sabah size ait işyerinize geldiğinizde şöyle bir manzarayla karşılaştığınızı düşünün:
Bekçi, kulübenin etrafını çevirmiş, orayı kendi mülküne dahil etmiş. Çaycı, çay ocağının bağımsızlığını ilân etmiş. Sekreterler kendi bölümlerinin, odacılar koridorların, memurlar kendi odalarının patronu olup çıkmışlar. Gerçi sizin asıl büyük işveren olarak kalmanıza bir itirazları yok; size saygıda kusur da etmiyorlar. Ancak bir şartla: “Burada bizim de ortaklığımız var” diyorlar. Halbuki sahiplendikleri şeyi elde etmek için ne bir masraf yapmış, ne bir çaba harcamışlardır.

Yahut, hizmetçinizin, bir sabah karşınıza dikilip “Bu evde benim de hakkım var” diyerek kendisine düşen payı istediğini düşünün.

Veya size ait bir tablonun, bir bestenin, bir kitabın üzerinde, sizin imzanızın yanı sıra, sizin memurlarınızın da “eser sahibi” olarak imza atmış olduğunu farz edin.

Dünyada böyle birşeyi kabullenebilecek kimse var mıdır?

İşte, âyet-i kerime, “şirk” dediğimiz hadisenin içyüzünü, bize, kendimizden örnek vermek suretiyle böyle açıklıyor: “Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?”

Şunu da dikkatten uzak tutmayalım: Bizim paylaşmaya razı olmadığımız şey, gerçekte kendi mülkümüz değil, bu dünyada geçici bir süre kullanımımıza sunulmuş bir emanetten ibarettir. Bu emaneti kendileriyle paylaşmaya razı olmadığımız kimseler de bizden farkı olmayan, bizim gibi etten ve kemikten yapılmış insanlardır.

Allah’ın mülkü ise, hiç yoktan yaratılmış gökler ve yer gibi bir âlemdir. Üzerinde nefes alıp verdiğimiz şu gezegene bir bakın: Tavanı inci gibi yıldızlarla bezenmiş, tabanına rengârenk halılar serilmiş, her köşesi bir cennet bahçesi gibi süslenmiş, milyonlarca tür canlı ile şenlendirilmiş; konuklarının önüne her mevsim, her gün, her saat sayısız ziyafet sofraları serilen bir dünyanın yaratılmasında hangi sebebin, hangi yıldızın, canlı veya cansız hangi varlığın payı vardır?

Böyle bir dünyanın üzerinde her an Rabbinin nimetlerinden incelerine erişmekte olan insana, bu âlemin bir kısım varlık ve olaylarını Allah’a ortak koşmak yaraşır mı? Esas itibarıyla kendisine ait olmayan emanet malını kendisinden farkı olmayan kullar arasında paylaşmaya razı olmayan insan, Allah’ın kendi mülkünü, yine o mülkün bir parçası olan yaratıklar arasında bölüştürmeyi nasıl olur da küçük bir kusur gibi görüp geçiştirir?

Âyet-i kerime, işte bu noktada bizi ciddî ve derin bir tefekküre davet ediyor; akıl eden kimseler için Allah’ın âyetlerini işte böyle açıklıyor:
Allah size kendinizden bir misal verdi: Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu? Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.

Zafer Dergisi'nden

8 Kasım 2011 Salı

Kâbe Dünyanın Merkezi?


Dünyanın neresinde olursanız olun kıbleye, yani Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu yöne dönerek namaz kılarız. O ki dünyanın merkezi, dünyanın en şerefli yeridir. Eğer tam Kâbe’nin bulunduğu yerden dünyanın merkezine doğru kazıp diğer taraftan çıkarsak, Kâbe’nin karşısına denk gelen noktaya varırız. Burada nereye dönerseniz dönün, her yön kıbledir. Buradan dünyanın tam olarak pürüzsüz bir küre olduğunu düşünürsek her yönden kıbleye eşit bit yol olduğu düşünülebilir. Pasifik adalarında yaşayan müslümanlar nereye dönerse dönsün her yer kıble olarak geçerli olabilir. Tabiki biz burada fetva vermek amacında değiliz. Bizim ki sadece farklı bir gözle Rabb'imizin şerefli kıldığı Kabe'ye farklı bir bakış açısıyla görmektir.
Katkılarınızı ve görüşlerinizi bekliyoruz

7 Kasım 2011 Pazartesi

GÖKYÜZÜ NEDEN MAVİ? Renkler Nasıl Oluşur?


Işık dalgaları bir satıh üzerine düştükleri zaman, bir kısmı yutulur, diğer bir kısmı da yansıtılır. Cisimlerin bize renkli görünmesi işte bu geri gönderilen ışınlardan dolayıdır. Meselâ, elma diğer renkleri yuttuğundan sarı görünür, kırmızı bir cam, diğer ışınları yuttuğu için kırmızı görünür. Siyah, bir renk sayılmayıp bütün renklerin yokluğu durumudur. Saydam cam ise, bütün renkleri yansıtmadan geçirdiğinden renksizdir.

Hava da renksizdir. Bulutsuz ve güneşli günlerde gökyüzünün mavi oluşunun sebebi, güneş ışınları bileşiminde mavi, mor ışınların olmasıdır. Yani, havanın diğer ışınları yutup mavi ve mor ışınları geçirmemesidir. Bu iki renk ise bütün istikâmetlere dağılarak atlasımızın mavi bir renge boyanmasına sebep olmaktadır.

O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
[Bakara - 117]

Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.
[Bakara - 164]

Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.”
[En'am - 79]

25 Ekim 2011 Salı

Dirilmek istiyorum Allah’ım


Dünyanın dışında başka yerlerde hayat var mı diye düşünüp durmuyorum. galiba böyle bir sorunum yok. ama kendi yaşamımda hayat var mı diye sorup duruyorum. kime? kendime… evet böyle bir sorunum var galiba.

Şair demiş ya; yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum.” şimdilik böyle sürsün bakalım. tecrite mi alayım kendimi, inzivaya mı çekileyim. yoksa hicret mi edeyim kendimden… üçüncüsü daha çekici geldi bana. hicret etmeliyim göç etmeliyim kendimden… ama kendime gelmek için. olur mu?


N’olur olsun. dirilmek istiyorum Allah’ım…

[ruzigar.wordpress.com adresinden hoşgörüsüne sığınılarak alınmıştır]

23 Ekim 2011 Pazar

Sınav Soruları [İnsan,kaderine yön verebilir mi?]


Kâinatta ne varsa bütününü yaratan Allah'tır. Kur'anı Kerim'de ve hadisi şeriflerde her şeyin yaratıcısının Allah olduğu vurgulanmaktadır. Kâinatta her an meydana gelen her şeyi yapan, yaratan Allah'tır.

Vücudumuzdaki hücreler altı ayda bir yenilenir. Bahar mevsiminde ağaçlar çiçeklenir, yeryüzü rengârenk olur. Gezegenlerin hareketinden sineğin kanat çırpmasına kadar her şeyi yaratan Allah'tır. Eğer Allah, bunların olmamasını isterse hiçbir şey olmaz! Kâinat var olmaz; bizler serçe parmağımızı kımıldatamayız. Benim şimdi sol kolum ve sol ayağım felç, sağ elimi hareket ettirebiliyorum, sol elim hareketsiz. Sağ elim diyor ki; "Bana Allah'tan başkası hareket veremez". Sağ elim de sol elim de Mektûbâtı Rabbanî oluyor, benimle konuşuyor.

Kadiri Mutlak olan Allah'ın kudretinin yanında bizim irademiz çok küçüktür.

Bir sanatla uğraştığınızı, resim yaptığımızı düşünelim. "Bu tabloyu ben çizdim" diyoruz. Düşünelim...

Gerçekten o tabloyu yapan siz misiniz?

Bize düşünme kabiliyetini veren, düşündüklerimizi ifade etmemizi sağlayan, resmin ne resmi olacağından nasıl bir resim olacağına varana kadar her teferruatına karar verme kabiliyetini bize veren kimdir? Tabii ki Allah'tır.

İnsanlar "ben yaptım, ben ettim" derler. Kendilerine hiçbir noksanlık vermek istemezler, kendilerini mükemmel görürler, "ben başardım" derler. Hâlbuki insanın kudreti küçücük bir virüse dahi karşı koyamaz. O halde, yapılan işlerde insanın fonksiyonu yalnızca "İSTEMEK"tir. Yaratan Allah'tır; insan sadece iradesiyle meyleder ve ister.

Sizce sadece bu kadarcık bir meyille insan, Allah'ın yarattığı işlere "ben yaptım" diyebilir mi?

"Çok şey yaparız" dediler. Hatta sınırı aşıp "yaratırız" dediler. Kocaman hastaneler, laboratuvarlar, insan kanına eş kan yapamadı. Çocuklar için anne sütünden iyi gıda bulunamadı.

İlim, ne kadar ilerlerse ilerlesin, Allah'ın ilim sıfatı yanında zerre kadardır. Bulutlardan, şimşek ve yıldırımı yani sudan elektriği, ateşi yaratan, Allah'tır. Hastane, ilaç, tıp her şey demek değildir. Eğer servet ve ilim her derde deva olsaydı, zenginler, alimler dertsiz olurdu...

Tesadüf denilen şeyler İlahi planın tecellileridir. Kader hükmünü verince her şey ona razı olur. İnsan karşı koysa da koymasa da kader hükmünü icra eder. Kadere yön veren, insanların istekleri, arzuları, dualarıdır. Kadere inanmayan da kaderini yaşar!..

22 Ekim 2011 Cumartesi

[Furkan Suresi - 58] Sen, o ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et


       وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ ۚ وَكَفَىٰ بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا   
Vetevekkel ‘alâ-lhayyi-lleżî lâ yemûtu vesebbih bihamdih(i)(c) vekefâ bihi biżunûbi ‘ibâdihi ḣabîrâ(n)

Sen, o ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et. O’nu her türlü övgüyle yücelterek tesbih et. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar olarak O yeter!

[Furkan Suresi - 58]

Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin!


Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezsese diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu kadarı imanın en zayıf mertebesidir

[Hadis-i Şerif, Müslim - 49 ]

19 Ekim 2011 Çarşamba

Hüve (Kul Huva(A)llâhu Ehad) ?


Peygamber Efendimiz’in “Kur’an’ın üçte birine denktir” diye haber verdiği Ihlas suresi “Hüve” zamiriyle başlar. Sonra isim “Allah”, sonra sıfat “Ehad” gelir. Bu, Âdem’den peygamberimize kadar devam eden bütün Tevhid çağrısını özetler. Âdem’den İbrahim’e kadar gelen peygamberler Allah’ın sıfatlarına, İbrahim’den İsa’ya kadar gelen peygamberler Allah’ın ismine, Peygamberimiz de “Hüve”ye çağırmıştır. Sıfat-isim-zamir’den en belirgin ve en açık ve hiç tarife ve yönlendirmeye ihtiyac duymayanı zamirdir. Açık görünmeyen bir varlığa “O, bu, şu..” diyemezsiniz. Ama görünmeyeni tarif etmeğe mecbursunuz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz hem Allah’ı net görünür biçimde anlatmış, hem de beşer idraki O’nu algılama seviyesine yükselmiştir. Dolayısıyla “hüve” en zâhirdir.



Daha geniş bilgi için Risale-i Nur külliyatı/Sözler’in Hüve nüktesi bölümüne bakılabilir.

18 Ekim 2011 Salı

İnsan Nasıl Olmalı !


İnsan yıkılırken bİle "Lamelif" gibi devrilmeli bükülmeden.( لا )
İnsan sevdiğine atılan kurşunları "Cim" gibi alabilmeli bağrına.( ج )
İnsan sırtına dağlar yüklendiğinde "Elif" gibi dimdik durabilmeli.( ا )
İnsan bir ömür "Kef" gibi sevdiğini kucağında taşıyabilmeli.(ك)
İnsan sevdiğine ölürken bile "Te" gibi tebessüm edebilmeli.(ت )
İnsan bir tek RABB karşısında "Mim" gibi secdeye koymalı başını.( م )
Kaynak: Belirtilmedi

Güneş Köreltiği Zaman [Tekvir Suresi]


Tekvir Suresi Mekke'de inmiştir, 29 (yirmidokuz) âyettir. Sûrenin başında güneşin dürülmesinden söz edilmiş ve adını da buradan almıştır. Sûrenin söz dizisinde, ihtiva ettiği konuya ilişkin anlamları yankılandıran ve güçlendiren mükemmel bir musikî taklit edilemez bir âhenk vardır.


Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1. Güneş, dürüldüğü zaman,
2. Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman,
3. Dağlar, yürütüldüğü zaman,
4. Gebe develer salıverildiği zaman.[1]
5. Yaban hayatı yaşayan (irili ufaklı) tüm canlılar toplandığı zaman,
6. Denizler kaynatıldığı zaman,
7. Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman.[2]
8,9. Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman,
10. Amel defterleri açıldığı zaman,
11. Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman,
12. Cehennem alevlendirildiği zaman,
13. Cennet yaklaştırıldığı zaman,
14. Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir.
15,16. Andolsun, bir görünüp bir sinenlere, akıp gidip kaybolanlara,
17. Andolsun, yöneldiği zaman geceye,
18. Andolsun, aydınlandığı zaman sabaha ki,
19,20,21. O (Kur’an), şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın sahibi katında itibarlı, orada (meleklerce) itaat edilen, güvenilir bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür.
22. (Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir.
23. Andolsun o, Cebrâil’i apaçık ufukta gördü.
24. O, gayb hakkında cimri değildir.[3]
25. Kur’an, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
26. (Hâl böyle iken) nereye gidiyorsunuz?
27,28. O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür.
29. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.

[1] . Kur’an’ın ilk hitap ettiği toplumda gebe develer en kıymetli mallardı ve onlara gözleri gibi bakarlardı. Âyette, Kıyamet gününün dehşeti içinde insanların en kıymetli mallarından bile vazgeçip terk edecekleri gerçeğine işaret edilmektedir.
[2] . Bu âyet, “Nefisler eşleştirildiği (iyiler iyilerle, kötüler kötülerle bir araya getirildiği) zaman” şeklinde de meâllendirilebilir.
[3] . Âyette, Hz. Peygamberin vahiy yoluyla aldığı bilgileri, hiçbir şey saklamadan, olduğu gibi tebliğ ettiği ifade edilmektedir.

[Muhakkak ki Allah Doğruyu Söyler!]


İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in İbnü Ömer (r.a)'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Her kim Kıyamet gününe gözüyle görüyormuş gibi bakmayı arzu ederse Kuvvirat sûrelerini okusun."

17 Ekim 2011 Pazartesi

Yasaklar Neden?

..
Allah'ın domuzu ve içkiyi yasak etmesinin, orucu farz etmesinin tek bir sebebi vardır. Emir ve yasakların tek sebebi insanın iradesini, inancını, kendi egolarına karşı direncini sınamaktır. Hz. Adem ve Hz. Havva'dan itibaren bütün insanlar bu sınava tabi olmuşlardır.

Allah (cc) onlara "Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz" buyurmuştu. (A'raf - 19)

Arapça metinlere baktığımız zaman "şu ağaç" a karşılık olarak "şecera" kelimesinin geldiğini görüyoruz; yani [ herhangi bir ] ağaç.

Bu ağaç

zehirli,

yenildiğinde ölüme sebebiyet veren,

insanı melek yapan

ya da bilginin kapılarını açan bir ağaç

değildi.

Bu ağaç Allah'ın (cc) Hz. Adem ve Hz. Havva'yı denemek için seçtiği herhangi bir ağaçtı, ve onlar bu ağaca yaklaştılar.

Şeytan'ın aksine Hz. Adem ve Hz. Havva yaptıkları hatadan sonra günahlarını kabul etme ve tevbe etme erdemini göstermişlerdir. "Bizce bu ağacı yememizde hiçbir sakınca yok. Bu da diğerleri gibi sıradan bir ağaç. Hem sen dilersen bu ağaçtan sonsuz tane daha yaratabilirsin" dememişlerdir. Eylemlerini kendi ürettikleri hükümlere dayandırmak yerine;

"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz." (A'raf - 23) diyerek bağışlanmayı dilemişlerdir.

Şeytan ise gururuna yenik düşmüş, kendisinin ateşten, insanın ise topraktan yaratılmış olduğunu öne sürerek emredildiği halde secde etmeyi red etmişti. Böylece Allah'ın (cc) açık hükmüne karşı kendi hükmünü ileri sürerek cehennemin ebedi kalıcısı oldu.

Günlük hayatta "eylemlerini kendi söylemlerine dayandıran ve yaratıcısına büyüklük taslayan" bu davranış modeline çok sık tanık oluruz.

E.M. (Erkek, 29, İstanbul, Tezgahtar)

"Bence günde bir kadeh içki içmenin bir zararı yoktur. Hatta kan yapıcı bir etkisi vardır."

B.T. (Kadın, 19, Ankara, Öğrenci)

"Bence insanın önemli olan içindeki. İbadetin bir önemi yok. İçin kötü olduktan sonra ne kadar namaz kılarsan kıl boşuna."

H.Ç. (Erkek, 43, Muğla, Pansiyon İşletmecisi)

"Cumaları kıl, bayramları da kıl yeter. Zaten biz Müslümanız, cehennemde ne kadar kalsak da en sonunda cennete gireceğiz."

Kaynak: http://www.hayatsadece.com/yazi1.html

Sonsuzluk Nedir Anlayamıyorum!

BİR OKUYUCUMDAN samimi bir mektup almıştım. Şu sonsuzluğu bir türlü anlayamıyorum, diyordu. Çok uğraştığı ve çaresiz kalarak kaleme sarılıp bana mektup yazdığı, tatlı üslubundan hemen hissediliyordu.Mektubu okuyunca elimde olmadan gülümsedim: Bir fâni, sonsuzluğu bir başka fâniye soruyordu.

Anlatabilmek için anlamak gerek. Şu var ki, anlamak başka inanmak daha başkadır. Şimdi ben kesinlikle inandığım, ama mahiyetini bilmekten aciz oluğum “sonsuzluk” hakikatini, bir fâniye anlatmak mecburiyetindeydim.

Ezelî ve ebedî olan Allah’ın lütfuna sığınarak bir şeyler yazmaya karar verdim. Bu kararımla birlikte hatırıma Nur’lardan şu vecize geldi:“Ezelî olan elbette ebedîdir. Kadîm olan elbette bâkîdir. Vacib-ül Vücud olan elbette sermedîdir.”

İnsanoğlu her şeyiyle sınırlı. Hayatının bir başlangıcı var. Her başlangıç bir sondan haber verdiği için bu hayatın bir de sonu olacaktır. İşte, başı ve sonu olan bu kısa hayat içerisinde, insan her yönüyle sınırlı işler görebiliyor. Kulağı belli bir frekansta işitmeye başlıyor ve yine belli bir noktada tâkatten düşüyor, ondan ötesini işitemez oluyor. Ağzından çıkan kelime de öyle. Belli bir mesafeden sonra artık işitilmiyor.Madde âleminde açıkça görünen bu hakikat, ruh âleminde de geçerli...

İnsan aklı her şeyi anlayamıyor. Zira, öğrenmesinin bir başlangıcı var. Başlangıcı olan ilim sonsuz da olamıyor; tıpkı hayat gibi...Sonu olmayan ancak ezelî olan Allah...İnsan aklının aczinde başlangıç noktası, kendini anlayamaması... Şu sınırlı akıl, henüz kendini anlamış değilken nasıl oluyor da sonsuzu anlamaya kalkışabiliyor?..

Üçün dörtten küçük olduğunu bilen insanoğlu, yine kesinlikle bilir ki, ben üçten dördü çıkarmaya kalkışırsam menfî bir sonuçla karşılaşırım. Bunu bildiği halde, sınırlı olan aklına sonsuzluğu sıkıştırmaya çabalıyorsa, sonucun eksi sonsuz, yâni sonsuz bir menfî olacağını da baştan kabul etmiş demektir.

İnsan sonsuzu anlayamaz, ama sonsuza inanabilir... Bu da insanoğluna büyük bir İlâhî lütuf... Yoksa, bütün sıfatları sonsuz olan Rabbine nasıl iman edecekti?Bu vâdide insanoğluna bir mukayese imkânı, bir fikir yürütme, istidlâl gücü verilmiş. Bu güç sayesinde çok iyi bilir ki, bu âlemde benim bir başlangıcım ve sonum olduğu gibi, her şeyin de yine bir ilk ve son noktası var.

Ölüm kanunu sadece insan için geçerli değil. Mahlûk, sonradan var edilen demektir ve her mahlûk fânidir. Kur’an’ın haberiyle, “Her nefis ölümü tadacaktır.”Başlangıcı ve sonu olan her şey bize şu hakikati ders verir:Bu varlıkların yaratıcısı ezelî ve ebedîdir.İşte, “Vacib-ül Vücud olan elbette sermedîdir.” ifadesi bu iki hakikati birlikte haykırır. Sermedî, hem evveli hem de âhiri olmayan demektir.“Ben göğe yere sığmadım, ancak müminin kalbine sığdım.”

Hadis-i Kudsîsi, evveli ve âhiri olmayan Allah’a, insan kalbinin iman edebilmesindeki sonsuz lütfu ders verir bize.Yeri gelmişken, sonsuzluğu anlayamadığını söyleyen okuyucuma şunu sormak isterim:Senin anlayamadığın sadece bu kadar mı?Meselâ, yerin eşyayı nasıl çektiğini anlayabiliyor musun?Güneşin, gezegenlerini nasıl çekip çevirdiğini kavrayabiliyor musun?Ruhunun, aklının, hayâlinin, hâfızanın mahiyetlerini biliyor musun?Elma ağacının içindeki, o çamuru elma yapan faaliyeti izah edebilmiş misin?Yumurta nasıl oluyor da, uçan bir kuş oluyor. Nufte dokuz ay sonra nasıl ağlıyor, görüyor, işitiyor?Bunlar akıl alacak şeyler mi?

Bu âlemde insanın göremedikleri gördüklerinden, anlayamadıkları anladıklarından, bilmedikleri bildiklerinden çok fazla. İnsanın, bu fâni eşyayı anlamış gibi, bekâyı anlamaya kalkışması onu en azından yorar. En azından diyorum, çünkü bu gibi yersiz arayışların insanı yanlış yola götürme ihtimali de vardır.İnsanın sonsuzu anlama gayreti iki ayrı sahada cereyan ediyor. Birisi, İlâhî sıfatların, diğeri de âhiret hayatının sonsuzluğu...

Bu ikisi arasında, gözden kaçmaması gereken önemli bir farklılık var:Âhiretteki sonsuzluktan söz edildiğinde zihinlerde hemen zaman ve müddet kavramları canlanır. Sonu gelmeyen, tükenmeyen, fâni olmayan, arızalanmayan bir hayat... Burada “ibka” hakikati karşımıza çıkar. Yâni, Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi sonsuz kılması... Ona verdiği varlığı ve hayatı, ebediyen onun elinde bırakması. Bunu aklın almaması için bir sebep olmasa gerek.Şimdi şöyle bir düşünelim:Kıyamet kopmasa, dünyada ebediyen insan yaratılacaktır değil mi? Bunu her akıl kabul eder. Kimsenin aklına günün birinde insan neslinin tükeneceği gelmez. Aksine, artacak olan bu nüfusun getireceği problemler zihinleri meşgul eder.

Şimdi soralım: Bu dünyada ebediyen insan yaratılmasına akıl erdiren insan, nasıl oluyor da âhiretteki sayılı insanın ebedî kalmasını anlayamıyor!?Allah’ın sıfatlarının sonsuzluğuna gelince, bu sonsuzluğun ne mekânla, ne de zamanla bir ilgisi var. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah’ın sıfatlarının sonsuzluğu da bu mefhumlarla açıklanamaz.Onun kudreti sonsuzdur demek, “ne kadar âlem yaratırsa yaratsın kudretinde bir noksanlık olmaz” demektir. İlminin sonsuzluğu.Diğer sıfatlar da aynı mantık içerisinde değerlendirilmelidir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Oku! Yaratan Rabb'inin Adıyla Oku!